31 Ekim 2012 Çarşamba

ŞOFÖR KADİR'İN ANLATTIKLARI


İSTANBUL ESENLER’DE KAMYON ŞOFÖRLÜĞÜ YAPAN KADİR’İN ANLATTIKLARI

Selam arkadaşlar. Bendeniz İstanbul’un Esenler İlçesi’nden Kadir. Kamyon şoförüyüm.  Bildim… Şoförüm dedim ya, hemen aklınıza şu geldi: Cahil, eğitimsiz, din der, iman der, dinci partileri destekler… Böyle bir adam… Okul görmüş ama okuyamamış. İlkokuldan terk. Babası düşünmüş: Ne olacak bu çocuğun hali?  Bari şoför olsa… Sormuş soruşturmuş, sonunda kamyon şoförü olmasına karar vermiş.  Gitmiş bir kamyoncu bulmuş. Eti senin kemiği benim usta demiş. Şu çocuğu adam et, hiç olmazsa kamyon şoförü olsun.

Anladım ben sizi... Hemen böyle düşündüğünüzü bildim. Değil arkadaşlar, bildiğiniz gibi değil. Bendeniz arkeologum. Ankara Üniversitesi arkeoloji bölümünden mezun oldum. Yedi sene iş aradım. Şaka değil, tam yedi sene. Bir ara kâğıt, bira kutusu, şişe toplamayı bile düşündüm. Okuyacağıma bunca yıl kâğıt toplasaydım şimdiye bir ev alırdım. Hiç olmazsa oturacak bir yerim olurdu. Yaşıtlarım evlendi, çoluk çocuk sahibi oldular.

Gençlik işte. Ne olacaksa arkeolog olunca… Arkeolojiyi seviyordum. Severek okuduğum bir alandı. Ne yapar eder bir iş bulurum dedim. Olmadı. Okul bitti işsiz kaldım. Bir süre inat ettim. Tüm kapıları zorlayacaksın dedim. Olmuyor. Ne yaptıysam başarılı olamadım. Fırsat vermediler. Bir süre İzmir’de çalıştım. Adıyaman’a bile gittim. Yıllardır yapılmakta olan kazılara katıldım. İş buldum ama nasıl bir iş… Sözde arkeologsun. Yaptığım iş amelelik. Kimse sen kimsin, bu kazı, bu kalıntı hakkında ne düşünüyorsun diye sormuyor. Almışsın eline bir bıçak yavaş yavaş kazıyorsun. Kazıyı yöneten üniversite elemanları lüks otellerde kalıyorlar. Konferanslara katılıyorlar. Gezip tozuyorlar. Güzel kadınlarla şarap içiyorlar, yemek yiyip sohbet ediyorlar. Bizim yemeğimiz çadırda, karavanda üzüm peynir. Üst baş dökülüyor, elimiz yüzümüz toz içinde. Her şeye razıyım ama işçi kalmak istemiyorum. Bütün gün kaz. Tamam! Kazıda bulduklarını kırmadan, dökmeden bir köşeye yığıyorsun. Bu kadar. Eczacıların onca yıl okuyup ilaç satmaları gibi. Onlar hiç olmazsa kazanıyor. Ben hiçbir şey kazanamadım. Hep kendimden verdim. Aileme yük olup durdum.

Kazı çalışmalarına katılan bir arkeologa ne kadar para veriyorlar dersiniz? Altı yüz lira. İş güvencesi yok. Kış geldi, kazı bitti. Hadi güle güle dediler. Seneye? Allah kerim. Yine iş güvencesi yok. Bunun için mi okudum? Bu mudur arkeolog olmak? Üstelik her yıl çalışacak kazı bile bulamıyorsun. Bulsan ne olacak? Fikir işçisi değil, kürek işçisisin. Sadece kürek. İnsan arkeologum demeye utanıyor. Daha kötüsü insan yoruluyor. Korkuyor. Bir süre sonra bu mu geleceğim diyorsun. Bu parayla mı geleceğimi kuracağım? İnsan hayallerinin son bulduğu bir noktaya sürükleniyor. Düşünüp duruyorum. Bu nasıl ülke, bu nasıl meslek? Hani Türkiye açık hava müzesiydi? Dünyanın tek ve en önemli açık hava müzesi Türkiye’dir? Vay canına! Böyle bir yerde arkeologlara iş yok. Binlerce arkeolog işsiz… Ne yapayım böyle açık hava müzesini?

Böyle olmayacak dedim. Hayallerimin peşinden koşamayacağımı anladım. Arkeolojiyi bir kenara bıraktım. Ne yapayım? Milli Eğitim’de öğretmen açığı var dediler. Arkeolog da olsan, tarih öğretmeni olarak ücretli öğretmenlik yapabiliyormuşsun. İyi. Başta sevindim. Maaş yoktu. İş güvencesi yoktu. Önceki işlerimden alışkındım. Nereye gidersen git garantili iş yok. Mendil gibisin. Burunlarını silip atıyorlar. Karşılığında çorba parası kazanıyorsun. Neyse…  Ücretli öğretmenlik de farklı değildi. Kaç saat derse giriyorsam o kadar ücret alıyordum. Bir ders saati karşılığı elime geçen para yedi lira. Öğle yemeği çıktı. Ayda kazandığım para altı yüz lirayı geçmiyor. Buna da şükür dedim. Boş gezmekten iyidir. Ama bu iş de geçici. Her yıl ücretli öğretmen olamıyorsunuz. Bunun için torpil gerekli.

Bildiğiniz gibi değil arkadaşlar, Milli Eğitim’de öyle bir kadrolaşma var ki, inanamazsınız. Milli Eğitim Bakanı’nın adı Hüseyin Çelik. Hüseyin gitmiş, Çelik kalmış. Adam öyle bir kadro kurmuş ki, kadro değil, kalın bir çelik. Sana, bana; iktidardan yana olmayan herkese karşı çelik bir duvar olmuş adamlar. Kimi kimsesi olmayan bu duvarı geçemiyor. İlk sene şansım yaver gitti. Kim olduğumu bilen yoktu? Gariban biriydim. Üniversite bitirmiş, iş arıyordum. Çelik duvarı önüme çekmeleri için kim olduğumu öğrenmeleri gerekti. Kim miydim? Yalçın Küçüğü severim. Anladınız kim olduğumu. Birinci yılın sonunda nasıl bir kafa yapısına sahip olduğum ortaya çıktı. Bize yaramazsın dediler. Hadi güle güle… Başka kapıya aslanım! Yürü de boyunu görelim! Hakkımı arayamazdım. Yasal bir dayanağım yoktu. Yasalar, mahkemeler hükümetten yanaydı. Nereye gidebilirsin ki? Adam ben devletim diyor; istediğimi ondurur, istemediğimi öldürürüm diyor.

Nasıl bir öğretmenlik yaptığıma gelince… Derslerde Atatürk’ten, fikir özgürlüğünden, demokrasiden, demokratik haklardan söz ediyorum. Bunları anlatarak öğrenci yetiştirmek hoşuma gitmişti. Serde gençlik var, coşmuştum. Yalçın Küçük gibi anlatıp duruyordum. Sanmayın ki okulda olduğumu unuttum. Unutur muyum? Temkinli konuşuyordum. Demek ki başarılı olamadım. Bir keresinde artık hukuk devleti olmadığımızı, demokratik hukuk anlayışından vazgeçildiğini, baskıcı anlayışların, hükümet hukukunun egemen olduğunu dile getirdim. Vay sen misin bunları söyleyen! Hükümeti suçlayamazsın diyor müdür. Sana ne? Partinin müdürü müsün sen?  Hükümet devlet oldu. Devletin müdürü hükümetin müdürü oldu. Öğretmen sınıfta özgür değil. Kimse özgür değil. Hiçbir yerde düşünce özgürlüğü yok. Her şey hükümetin istediği gibi olmak zorunda… Ne yapacağım? Nasıl tutunacağım bu düzende? Öyle bir hale geldim ki, sanki nasipsizim. Herkesin rızkını düşünen Allah benim kini düşünmemiş. Yer demir, gök bakır olmuş. Nefes alamaz oldum.

Arkeoloji profösürleriyle çalıştım, işçi haklarına bile salip olamadım. Öğretmen oldum yine tutunamadım. Üç kuruş için her denileni yapmaktan yoruldum. Görevim olmadığı halde nöbet tuttum. Yeter ki öğretmenliği elimden almasınlar istiyordum. Müdür, görevin olmasa da tutacaksın diyor. Tutmam diyemiyorum. Müdür emrediyor: Bilgisayardan anlıyorsun şu yazıyı yaz. Olur, bu tür yardımlardan kaçmam. Bir süre sonra bilgisayarın başından kalkamıyorum. Neymiş? Ücretli öğretmenmişim. Ücretli öğretmen müdürün kulu, kölesi olmak zorunda mı? Müdür ne derse yapmak zorundayım. Memursun diyor, olur diyorum. Okulun yazışmalarını yapıyorum. Anlayacağınız öğretmenlikten arta kalan zamanlarımda ayak işlerine bakıyorum. Müdür, git demediği sürece okuldan ayrılamıyorum.  Üç saat derse giriyorsam üç saat de okulda getir götür işi yapıyorum. İnanın bir çay taşımadığım kalmıştı.

Sonunda söyledim. Bunlar görevim değil müdür bey dedim. Sen misin itiraz eden? Evet benim. Ben sana gösteririm. Ve gösterdi. Adımı deftere kayıt etti: Atatürkçü, solcu, sosyalist… Hem de ateist.  Sana ne kardeşim! Sana mı soracağım ne düşüneceğimi, neye inanacağımı? Bana kimse bir şey sormuyor. Müdür ne diyorsa o oluyor. Deste siyaset yaptığım, öğrencilere zararlı fikirler aşıladığım dile getiriliyor. Ne yapayım? İstemeye istemeye ücretli öğretmenlikten ayrılmak zorunda kaldım. Güzel işti. Öğretmenliği sevmiştim. Para bile vermeseler önemli değildi. Ölünceye kadar öğretmen kalabilirdim. İşten çıkarmasalar yeterdi. Geçinmek için başka işler yapardım. İzin vermediler. Atatürkçü olmayı, solcu, sosyalist, komünist olmayı suç olarak görüyorlar. Herkes önce insan olsun. Barıştan, adaletten, eşitlikten, özgürlükten yana olsunlar yeter.

Otuz altı yaşındayım. Zavallı babam şeker hatasıydı. Üzülmesin diye bir süre işsiz olduğumu söylemedim. İşim olduğunu, düzenli çalıştığımı sanıyordu. Nereden bilsin? Evde olduğu günler erkenden kalkıyor, kahvaltımı yapıyor, işe geç kalmışım gibi otobüs durağına koşuyordum. Zavallı babam. Çok hassas bir adamdı. Harçlıksız kalmayayım diye, yeri geliyor, uzak ilçelere gidip Milli Piyango bileti bile satıyordum. Yılbaşının yaklaştığı günlerde satışlar iyi oluyor. Diyeceğim, hep geçici çalıştım. Kalıcı bir iş bulamıyorum. Bir keresinde markette iş buldum. Kamyonla gelen ürünleri marketin deposuna taşıyoruz. Üstüm başım toz içinde. Su almak için marketten içeri girmiştim. Kapıda babamla karşılaştım.

O günden sonra babam daha kötü oldu. Kaç kez söylemişti: Al şu kamyonu demişti. Bir kız bul, evlen. Bu dört teker hepimizi doyurdu, seni de doyurur, korkma, baba sözü dinle! Dinlememiştim. Bir akşam, park halindeyken kamyonda kalp krizi geçiriyor babam. Rahmetli, benden çok, kardeşim İsmail’e çok üzülüyordu. İsmail Şırnak’ta askerdi. Her gün yüreğimiz ağzımızda haberleri izliyoruz. Haberler, haber programları kan gölü gibi. Her gün onlarca şehit haberi geliyor. Genç ölülerin cenazeleri, büyük kalabalıklarla, sloganlarla, ağıtlarla kaldırılıyor. Annemle babamın aklında hep İsmail var. Ateş ya bir gün bizim de yüreğimize düşerse? İsmail’in şehit düşmesi babamın ölümünden bir gün sonra oldu. Allah babamın yüzüne baktı. Ona evlat acısı yaşatmadı. Hayat işte. Mecbur yaşamaya çalışıyoruz. Bu günlerde baba yadigârı kamyonla inşaatlara kum taşıyorum. Sorun çok, anlat anlat bitmez ki…

Daha fazla baş ağrıtmadan gelelim bu e kitap’a; Sözcü Gazetesi’nden Seçme Makaleler kitabına… Babamın her sabah erkenden gelip oturduğu yerde yazıyorum bunları: Küçük bir kıraathane burası. Üç tane tahta masası var. Cumhuriyet Kıraathanesi derler, tahta kapısı mavi boyalı şirin bir yerdir. İş olmadığı günler şoför arkadaşlarla, çoğu babamı tanıyor, buraya gelip pinekliyoruz. Yaz günleri domates peynir alıyoruz, kavunla, karpuzla, üzümle kahvaltı yapıyoruz. Öğleleri bol domatesli menemen pişiriyoruz. Geçenlerde Kaathaneye ortak bir bilgisayar aldık. İnternet bağlattık. Boş kalan internetin başına geçiyor. Bir şeyler okuyoruz, kendi aramızda tartışıyoruz.

Şoförler olarak şu değerlendirmeyi yaptık: Türkiye işgal edildi. Askeri faşizm gitti, sivil faşizm geldi.  Türkiye de halk dinle uyutuldu, medya susturuldu. Neymiş? Demek ki medya patronluğu yanlışmış. Medyada patronluk sistemi olmamalıymış. Para ile uğraşan gazeteci iktidarın sözünden çıkmıyor. Gazeteci gazeteciliğini yapamıyor. Bir ülke demokrasiyi özümsemişse o ülkede para kazanıp zengin olmak isteyenler gazetecilikten uzak duracak. Devlet buna izin vermeyecek.

Türkiye’de onca büyük gazete varken eleştiri işini, para ile işi olmayan, birkaç küçük gazete üstlendi. Bu gazeteler, sınırlı olanaklarıyla yayın hayatına devam ediyor. Kurtuluş Savaşı’ndan önce de bu iş böyle yapılıyordu. Küçük gazeteler maddi güçlükler içinde demokrasi mücadelesi veriyorlar. En güçlü muhalefeti yapan gazetelerden biri de Sözcü… Gazetenin yazarları Türkiye gündemini iyi gözlüyor. Bilinçleri keskin, kalemleri sağlam, dört dörtlük yazılar yazıyorlar.  Düşünmeden edemiyorum: Bu yazıları daha çok okutmanın bir yolu var mı? İnternet sayfaları reklâm çöplüğü oldu. Daha rahat, daha temiz, kolay ulaşılır sayfalara ihtiyaç var. Bu ihtiyaç e kitaplarla karşılanıyor.  Yeni bir çağa girildi. Elektronik kitap diye bir şey çıktı.

Kullanımda olan cep bilgisayarlarının, e kitap okuyucularının sayısı her geçen gün artıyor. Bilgisayar denince akla yalnızca oyun gelmesin. Bu aletlerle yüzlerce kitabı yanında taşıyabiliyorsun. Yeter ki okumak iste. Kendimizi geliştirmek için kullandığımız en önemli araçların başında okumak geliyor. Demek ki insanlık okuma faaliyetinden hiçbir zaman vazgeçemeyecek. Türk insanını en çok ne aydınlatıyor derseniz, kitap derim. Okul demem. Ömer Dinçerlerin okulunda yalnızca tutsak beyinler yetiştir. Bu iktidar mensuplarının fikri hür, vicdanı hür değildir. Neyse...  Kitap olarak ne okumalıyız? Seçenek çok. Ben Sözcü Gazetesini de okuyun derim. Her gazete için bunu söylemiyorum. Bazı gazeteler, körleştiren okullar gibidir. Sözcü Gazetesi aydınlatan bir okul… Atatürkçülüğe, bilime önem verenlerin okulu…

Türkiye’yi anlamak isteyenler Sözcü Gazetesi’nin yazarlarını mutlaka okumalı. Sözcü, memleket haberleriyle dolu... Emin Çölaşan ve ekibini şoför arkadaşlar olarak kutluyoruz. Türkiye’nin mücadele tarihinde önemli bir yer edinmeye başladılar. Memleketin sorunları, iktidarın ağzına bakan sözde medya, sözde aydın, sözde bilim adamı, sözde sanatçı, sözde siyasetçilerle çözülemez. Demokratik çözüm, herkesin özgürce düşünebildiği bir ortamı gerektirir. Özgürce konuşmak, yazmak, bir fikir etrafında örgütlenmek suç kapsamına alındı. İnanın Atatürkçü olmak bile suç oldu. Sözde o kadar özgür bir toplum olduk ki, herkesin sonuna kadar işsiz kalma, iş bulamama, işten atılma, işe girememe, ucuz iş gücü olma özgürlüğü var. Sadakaya evet, düşünce özgürlüğüne hayır… Bu mu ileri demokrasi? Ne kadar ileri demokraside yaşadığımız 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda görüldü. Ancak bir işgal devleti bu bayramı engelleyebilirdi. Ülke işgal altında değilse kim kurtuluş savaşımızın hatırası bayramlarımızı bize yasak edebiliyor? Kim yüzlerce insanı; aydını, yazarı, gazeteciyi, laik cumhuriyetin komutanlarını, sudan gerekçelerle tutuklayıp içeri atabilir? Sözün özü kısaca şu:  Yeni bir kurtuluş savaşı zamanı gelmiştir.

Bu kitaba gelince… Kendim ve şoför arkadaşlarım adına bu kitabı Türkiye’ye armağan etmek istiyorum. Kitap için çok şey yapmadım.  Yalnızca tasarım bana ait. Makaleleri kopyalayıp yapıştırdım. Yazılar cep bilgisayarlarında rahatça okunabilsin istedim. İsteyen cep telefonuna, cep bilgisayarına rahatça bu kitabı indirebilir. Değerli yazarlarımızın yazıları daha çok okunsun istediğimden bu çalışmayı yaptım. Yeni bir savaşın içindeyiz. Cephede onlar var. Hapishanede olanlar; Soner Yalçınlar; adlarını dile getiremediğim nice aydın var. Amerikan kuklalarının namluları onları hedef alıyor. Bizim ki naçizane cepheye su taşımak. Çorbada az da olsa bizim de tuzumuz olursa ne mutlu.
Sözcü Gazetesi'nden Seçme Makaleler Kitabını İndirmek İçin Tıkla!

24 Ekim 2012 Çarşamba

RİZELİ FAİK'İN ANLATTIKLARI



KPSS MAĞDURLARINDAN ÖĞRETMEN HÜLYA’NIN AĞABEYİ RİZELİ FAİK’İN ANLATTIKLARI

Bendeniz ne yapacağımı bilemez haldeyim. Kız kardeşim öğretmen oldu, iş bulamıyor. Nişanlısı terk etti. Beş yıldır iş sınavına giriyor. Okulunu birincilikle bitirdi. Mutlu bir genç kızdı. Şimdi ilaçla ayakta durabiliyor. Bu nasıl devlet anlamıyorum. Ailemizde çok öğretmen var. Babam da öğretmendi. Bendeniz, bir lisede öğretmen olarak görev yapıyorum. Bir dönem sendikacılık yaptım. Eğitim sendikasında yönetim kurulu üyesiydim. Yararlı olamadım.

Neden derseniz, sendikacılığımız da siyasetimiz gibi kirli… Ne işim vardı sendikada… Kimse kimseyi beğenmez. Beni fazla Atatürkçü buldular. Atatürkçü müyüm? Atatürk’ü severim, önemserim. Büyük lider olduğunu kabul ederim. Eleştirilerim de vardır. Kimseye yararı olmayan eleştiriler… Bildiğim en önemli şey, Atatürk’ün zalime boyun eğmediğidir. Konuşulması gereken çok şey var ama gerekmez.

Hem sol kesimde hem sağ kesimde; özellikle sağ kesimin dindar kanadında garip şeyler oldu. Dindarlar ABD yanlısı kesildi. Durduk yere Atatürkçü olmak diye bir suç çıkardılar ortaya. Beni de bu suça dâhil ettiler. Anlam veremedim. İnançsız biri olduğum doğru. İnançsız biri olarak ne İsa’yı, ne Musa’yı, ne de Muhammet’i dindarlara bırakırım.  Bütün peygamberler adaletten, eşitlikten, özgürlükte yanadır. Bu damardan gelen kim olursa olsun savunurum. Sağcı demem, solcu, sosyalist, ateist demem. Atatürk’ü tabi savunacağım. Haktan yana kim varsa ulusal kahraman sayarım. Hangi dinden milletten olursa olsun. Halkı için çalışan herkes insanlığa hizmet etmiştir.

Yazıya başlamadan önceki niyetim bir şikâyet mektubu yazmaktı. Düşünüyorum… Şikâyetimi yazacak kurum bulamıyorum. Başbakan’a mı yazayım? Sayın Başbakanım, atadığınız Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’den şikâyetçiyim diyeceğim. Diyemiyorum. Dinçer’den önce Başbakan’dan şikâyetçiyim. Demokrasilerde Başbakanlar kime şikâyet edilir. Başbakanı şikâyet edecek yer kalmadı.

Zor günlerden geçiyoruz. Hukuk sistemi bozulduğunda adalet arayacak yek kalmıyor. Geçenlerde şu olay oldu: Başbakan partisinin kongresine basının bir bölümümü çağırmadı. Kongreye yalnızca yandaş basın alındı. Demokrasilerde böyle bir şey olamaz dediğinde Başbakan şunu diyor: Almak zorunda mıyım? Almadım arkadaş. Hakaret eden basın istemiyorum… Hakaret dediği şey eleştiri… Başbakan eleştiriye gelemiyor. Sürekli övgü istiyor. Tam itaatten hoşlanıyor. Bakanlarına siz bana kenetlenin, ben size kenetleneyim, ne kadar sıkı kenetlenirsek kimse bize dokunamaz diyor. Çıkardıkları yasalarla geleceklerini güvence altına almaya çalışıyorlar.

Bu durumda Başbakanı bir yere şikâyet etmek lazım değil mi? Nereye? Mahkemeye? Savcılar, hâkimler, hepsi Başbakana bağlı. Ne yapılabilir ki bu durumda. Başbakan hakkında gensoru verildi. Gensorulardan hiçbir sonuç alınamıyor. Çünkü Başbakanın bütün milletvekilleri asker gibi… Komutla çalışan kurşun askerlere benziyorlar.  El kaldır diyorsun kaldırıyorlar, indir diyorsun indiriyorlar. Kenan Evren’in faşizmi gitti yerine Tayyib’in faşizmi geldi. Bakalım bu ne kadar sürecek.

Ben yine de şikâyetçi olacağım. Şikâyet kurumu olarak milleti görüyorum. Sayın kaymakamım, Sayın valim diyoruz ya… Değiştiriyorum. Sayın Milletim diye başlıyorum… Sen ki bu güne kadar onlarca devlet kurdun, onlarca devlet yıktın. Ne olur artık bu yaşadıklarımıza bir son ver. Eğitim bakanı Ömer Dinçer’i görevden alın.  Allahınızı seviyorsanız yapın bunu. Çocuklarımızın geleceği için söylüyorum.

Kime diyorum ki. Bu millet değil mi bu Başbakanı başımıza saran. Doğrudur: Eğitim politikalarını bakan Dinçer tek başına belirlemiyor. Görevi, önüne konan kararları, projeleri hayata geçirmek… Unutmadan belirteyim. Bakan Dinçer’in en belirgin özelliği öğretmenleri yetersizlikle suçlamasıdır. Neden bu konuya taktı? Anlatacağım… Ortada o kadar çok sorun var ki. Örneğin Dinçer, KPSS mağdurlarına şöyle diyor: KPSS’de başarılı olamadığınız için öğretmen olamıyorsunuz. Güler misin ağlar mısın? KPSS’de başarı nedir? A dersinde açık var derler KPSS’den 20 puan da alsan atanırsın. Diğer ders öğretmenliklerinde az açık olduğu için 80 de alsan 90 da alsan atanamazsın. 20 KPSS puanıyla atanan öğretmen başarılı, 80’le atanamayan öğretmen başarısız. Bu mu sizin başarıdan anladığınız?

O kadar çok konu var ki. Hangi birini anlatacaksın. Sayın bakan geçenlerde video konferans yöntemi ile öğretmenlere seslenmek istedi. Konferans salonlarını görmeliydiniz. Boştu. Bakan boş salonlara konuştu. Karizması yerlere serildi. Video konferans da neyin nesi, nereden çıktı diyeceksiniz? Öğretmene bir şey mi söylemek istiyorsun? Gazetecileri, televizyoncuları çağır söyleyeceğini söyle. Ya da video çekimi yaptır internete koy. İsteyen izlesin. Hava atacak ya. Bakan da amma teknoloji biliyor, teknolojiden etkin yararlanıyor diyeceğiz ya. Olmadı tabi... 

Yine de Bakanı kutlamak lazım. Böyle bir olay Türkiye’de bir ilk oldu. Bakan Bey Türkiye’nin bütün illerine, ilçelerine, hatta köylerine aynı anda seslenecekti. Yapamadı. Adı, Türkiye’nin her yerinde boş salonlara konuşan bakan olarak tarihe yazıldı. Utandı mı? Hayır. Kim utanıyor ki o utansın. Memleket utanmaz bakanlarla dolu.  

Konuyu dağıtmadan belirteyim. Sayın bakan eğitimde kalitenin düşük olduğundan yakınır. Sorumluluğu öğretmenlere atar. Öğretmenler iyi değilmiş. Öğretmenler iyi yetişse eğitimde zirve yapacağız. Öğretmen tabi önemli… Eğitimde kalitenin ön şartı eğitim sisteminin iyi yönetilmesidir. Asıl sorun bu; eğitim sistemimiz yönetilemiyor. Sistem, yönetme becerisine sahip olanların elinde değil.

Hatırlatalım: Mesleği öğretmenlik olmayan binlerce üniversite mezununu kim öğretmen yaptı. Devlet. Devlet, öğretmenlik mesleğini ayaklar altına aldı, yerlerde süründürdü. Süründürmeye devam ediyor. Önceki iktidarlar, üniversite diploması olan herkesi kadrolu öğretmen yapardı. Tayyip iktidarının farkı öğretmenleri kadrosuz çalıştırmak. Kadro yerine ücretli öğretmenlik getirildi. Kim olursan ol. Üniversite diploman varsa ücretli öğretmenlik yapabiliyorsun.

Şimdi… Sorun şu: Sen kime kızıyorsun Sayın Bakan? Eğitimin kalitesini öğretmenler bozmuyor. Aynaya bakarsanız kimin bozduğunu görürsünüz. Bakan da olsanız bilmiyorsunuz, bir daha hatırlatalım: Karın tokluğuna çalışan, iş güvencesi olmayan öğretmene ücretli öğretmen deniyor. Ücretli polis, ücretli doktor, avukat, bakan, millitvekili var mı? Ücretli öğretmenliğe karşı çıkan öğretmen adaylarına sayın bakanın cevabı şu: Neden ücretli öğretmen olmayı kabul etmiyorsunuz? Ücretli öğretmen olursanız biz de hayvan yetiştiricilerini öğreten yapmaktan vazgeçeriz.

Şunu da ekleyelim… Bakanın incilerinden biri de şöyle: Atanamayan öğretmenler cami önünde yem bekleyen güvercinlere benziyor. Kafasını kıracaksın böyle adamların. Kim sizden sakada bekliyor. Hayvan yetiştiricileri kim Sayın Bakan? Bu güne kadar kaç hayvan yetiştiricisini hayvanları yetiştirsin diye öğretmen yaptınız. Veterinerleri kastediyorsan onlar hayvan yetiştiricisi değil. Hayvan yetiştiricilerine çoban diyoruz. Milli Eğitimi çobanlarla mı yönetiyorsunuz. Öğrenciyi koyun mu sanıyorsunuz? Ne demek istiyorsanız açık söyleyin.

Ruh halinizi ben açıklayayım: Öğretmenleri sevmiyorsunuz çünkü öğretmenliğiniz tartışmalı. Nasıl üniversite hocası olduğunuz tartışmalı, çalışmalarınız tartışmalı, teziniz, doktoranız, neyiniz var, neyiniz yoksa tartışmalı. Bugünlere gelmenizde etkili olan neydi? Torpil mi? Başka bir şeyiniz yok. Oturduğunuz koltuğu doldurabilseydiniz daha hoşgörülü olurdunuz belki. O koltuk size bol geldi. O kadar bol geldi ki içinde kayboldunuz. Şu anda o koltuk boş görünüyor. Üzerinde bir oturan var ama görebilene aşk olsun.

Not:
Kız kardeşim Hülya intihar etti. Geceyi hastanede geçirdik.

ÇAYCUMALI BEKİR'İN ANLATTIKLARI


12 EYLÜL DÖNEMİNDE BEŞ YIL HAPİS YATMIŞ KAPORTA USTASI ÇAYCUMALI BEKİR’İN ANLATTIKLARI

Bir daha dünyaya gelirsem futbol aşığı olacağım. Ben de bir takım tutacağım. Sorduklarında Galatasaraylıyım ya da Fenerbahçeliyim diyeceğim. Takımım başka takımları yenince havalara uçacağım. Hangi futbolcu hangi takımda oynuyor? Hangi futbolcu kaç liraya kazanıyor?  Kim nereye, kaç liraya transfer oluyor, bileceğim. A futbolcusu nasıl bir hayat yaşar. Annesi babası kim? Hepsini araştıracağım.

Bana ne siyasetten, dünyayı ben mi kurtaracağım. Futbol dünyasının içinde olmak eğlencelidir diye düşünüyorum. Dünyada neler olduğunu görmüyorsun. Savaşları görmüyorsun. Doğayı yok ediyorlar, ırmakları, dereleri kurutuyorlar aldırmıyorsun. Tek derdin maç. Maç başlasa. Bizim takım 3-0 galip gelse. Heyecan dorukta. Maç başladı. Keyiften uçuyorsun. Dünya, yanmış yıkılmış kimin umurunda.

A takımının oyuncusu geçen sene kime âşıktı bilirsin. Dışişleri bakanı kim dense bilmezsin. Sana ne bakanlardan. Eğitimin altını üstüne getirmişler. Boş ver. Ne yaparlarsa yapsınlar. Dindar bir nesil yetiştireceklermiş. Yetiştirsinler. Dinli de olsa, dinsiz de olsa nesil nesildir. Bize ne ki? Beni ilgilendirmiyor. Beni futbol ilgilendiriyor. Dindar nesil olunca futbol olmayacak mı? Ben futboluma bakarım, gerisine aldırmam.

Televizyonda maç tartışmalarını görünce tepem atıyor. Akçakale ilçesinde bir eve bomba isabet etti. Bendeniz devletin güvenliğinden sorumlu bakanım ya, siyasetle ilgilenmediğim zaman işimi iyi yapamadığım duygusuna kapılıyorum. Sana ne devletten değil mi? Atılan bombalar stadyuma düşmesin de nereye düşerse düşsün desene. Diyemem. Türkiye savaşın içinde. Suriye’deki içsavaş Türkiye’ye sıçradı arkadaş! Gelin sokağa çıkalım. Maçı, futbolu bırakın, evlatlarımız için sokağa çıkalım. Gençlerimizin savaşa gönderecekler. Hem de Amerika’nın savaşına.

Bu gün mecliste teskere görüşmesi yapılacak. Akçakale’ye düşün bomba beş vatandaşın ölümüne neden oldu. Başbakan Esad rejiminin yıkılmasını istiyor. Başbakanımız Erdoğan bir yıl kadar önce Esad’ın bir numaralı dostuydu. Birbirlerine ev ziyaretinde bulunuyorlardı. Amerika ile Esad’ın arası açılınca dostluk sona erdi.

Erdoğan bugünlerde Obama ile dost. Değerli dostum Obama diyerek konuşmalarına başlıyor. Gülünecek bir durum. Devletler şirketler gibidir. Hiçbir şirket çıkarı olmadan diğer bir şirketle iş yapmaz, dost olmaz. Dostluk insanlara özgüdür. Devletler yalnızca bir çıkar için bir araya gelirler. Bir işe ortak olurlar. Zararlı çıkan ortaklıktan ayrılır. Ortaklar birbirinin düşmanı olabilir. Erdoğan bunları bilmez mi? Bilse de gereğini yapmıyor. Sadece Amerika’nın çıkarına hizmet ediyor.

Çevremiz düşman ülkelerle kuşatıldı. Hangi birini sayayım. İran, Irak, hepsi düşmanımız oldu. Neden? Erdoğan’ın aşırı Amerikan yanlısı politikaları yüzünden? Amerika’nın Ortadoğu projesi, Ortadoğu coğrafyasını kasıp kavuruyor. Amerika, bu projeyle Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek istiyor.

Başbakanımız, Ortadoğu projesinde görev aldığını kendisi söyledi. Kendisine soruldu: Nasıl görev alırsın dediler. Başka bir ülke, Türkiye Başkanına nasıl görev verir? Başbakan oralı olmadı. Her zaman ki tavrını takındı. Öyle bir Başbakan ki, artık kendisine padişahımız efendimiz dememiz lazım… Amerika’dan görev almışsa, canı görev almayı çekmişse kime ne; kimi ilgilendirir bu. Padişahımız efendimize, meclis izni olmadan iş yapamazsın demek kimin hattine. Muhalefetsen muhalefetliğini bileceksin. Ne yapacaksın? Sesini çıkarmayacaksın. Sembolik bir muhalefet olduğunu unutmayacaksın.

Doğru. Muhalefetin hiçbir yetkisi kalmadı. Bütün yetkiler iktidar partisinin elinde. Bir keresinde başbakanın bir sözü televizyonlarda tartışma konusu olmuştu. 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları yapılıyordu. Bir çocuk Başbakanlık koltuğuna oturmuş. Başbakan soruyor: Söyle bakalım diyor, artık başbakansın ne yapmak istersin? Çocuk düşünüyor. Ne yapabilir acaba? Başbakan devam ediyor: Başbakan sensin artık, istediğini asar, istediğini kesersin.

Olur mu efendim? Böyle öğütler verilir mi bir çocuğa. Hangi devirde yaşıyoruz? Padişah mısınız? Başbakan boş bulunmuştur, anlık konuşmadır. Öküz altında buzağı aramaya gerek yoktur. Başbakan yanlış bir şey söylememişti aslında. Yetki sahibi olmaktan ne anlıyorsa onu dile getirmişti. Göreve geldiği günden beri ben başbakanım diyor başka bir şey demiyor. Halk bana oy verdi. Çoğunluk oyu bende… Ben ne dersem o olacak. İstediğini asacak, istediğini kesecek.

Bu noktada cumhurbaşkanına bile gerek duymuyor. Parlamenter sistem neymiş, başkanlık sistemi olsun diyor. Hem başbakan olacak hem cumhurbaşkanı. Çoğulcu demokrasiden hoşlanmıyor. Hoşlanmıyor ama çoğulcu demokrasiden yana konuşmaktan da geri durmuyor. Sözde çoğulcu demokrasiden yana. Kendisine oy vermeyen bir tek vatandaş bile olsa onun hakkını korumakla mükellef olduğundan söz ediyor.

Basınla olan ilişkilere gelince: Padişahımız efendimiz, kendisine biat etmeyen basından nefret ediyor. Beni sevmeyen basın benim izlemeye gelemez diyor. Hani demokrasi vardı. Hani çoğulcu demokrasiden yanaydınız? Kime şikâyet edeceksin? Muhalefet partisiysen mecliste gensoru ver! Anayasa mahkemesini git! Nereye gidersen git, bütün kapılar kapalı.

Futbol’dan başladık nereye geldik, dedim ya, ben adam olmam. Boyumu aşan işlere kafa yorup duruyorum. Gazeteci miyim, tarih yazarı mıyım? Kimim ki her şeyi kendime dert ediyorum. Basit bir kaporta ustasıyım. Her tarafım kir pas içinde. İşine bak sen. Yok olmuyor. Filler bir araya gelmiş boğuşuyor. Karınca gibi karıncalığımı bilmem lazım değil mi? Evime ekmek götürmeliyim. Hangi filin diye kavga ettiğiyle ilgilenmemeliyim. Tamam da artık meydanda güreşmiyorlar ki… Evimizin üzerinde tepiniyorlar.

MEMUR TAHSİN'İN ANLATTIKLARI


MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ TARAFINDAN HAKARETE UĞRAYAN ESKİ YENİMAHALLE BELEDİYESİ SAKİNLERİNDEN MEMUR TAHSİN’İN ANLATTIKLARI

Diyelim kaymakama gittin azar işittin. Emniyet müdürüne gittin hakarete uğradın.  Ya da polisten bir ton dayak yesen. Hakkını arayacak kapı bulamasan ne yaparsın arkadaş? Kafayı yemez misin? Katil olmaz mısın? Devlet memurları birbirini tutsa, kimse kimsenin kuyruğuna basmasa. Diyeceğim haksızlık diz boyu… İnsan buna nasıl dayanır.

Düşünün, canınızdan çok sevdiğiniz bir kızınız var. Kızınızı polisin oğlu bir yerde kıstırıyor. Yolunu kesiyorlar. Bir eve kapatıp tecavüz ediyorlar. Bıçakla kafasını koparıp çöpe atıyorlar. Olayı görenler susuyor. Kimi kime şikayet edeceksin arkadaş? Mahkemeye hakime yalvarıyorsun. Adalet istiyorum hakim bey diyorsun. Delil yetersizliğinden katiller serbest kalıyor.  Ya da biricik oğlunuzu, paralı eğitime hayır dediği için polisler gözlerinizin önünde öldüresiye dövüyorlar, sakat bırakıyorlar, panzerle ayaklarının üzerinden geçiyorlar. Ya da hapse atıyorlar.

Diyeceğim şu: Çok haksızlık var. Haksızlığa uğradığınızda nereye gideceksiniz? Devlete mi? Haksızlığın asıl kaynağı devlet, devletin yasaları. Devlet çarkını elinde tutanlar suç örgütü gibi çalışıyor. Adalet diye feryat etmeye başladıysanız bilin ki artık tehlikeli birisiniz. Yeri gelir katil olursunuz, yeri gelir terörist olursunuz. Ne zaman nerede patlayacağınız belli olmaz.

Bir keresinde başım ilçe milli eğitim müdürü ile derde girdi. Bendeniz Şanlıurfa’da memurum. Daha fazla ayrıntı vermeyeceğim. Başımı belaya sokar bu adamlar. Neyse… Sözünü edeceğim ilçe milli eğitim müdürü şerefsizin önde gideni.  Müslüman görünüyor ama her pislik onda. Okullarda ücretli memurlar, hizmetliler var. Müdür, bunlara gözdağı veriyor. Sözleşmenizi yenilemem tehdidiyle bu zavallıları köpek gibi kullanıyor.

Mesela İbrahim... Hizmetli İbrahim’i nasıl kullandı anlatayım. Şerefsiz olmakla suçladığım bu müdür, İbrahim’i oğlunun pastanesinde temizlik elemanı olarak kullanıyor. İbrahim her gün akşam pastaneye gider, her tarafı sabunla bir güzel temizler. Bir gün gitmese sorun olur. Milli eğitim müdürünün oğlu arar. Baba, senin elaman uğramaz oldu, der. Baba İbrahim’e basar zılgıtı. Böyle devam edersen der, seneye iş bulamazsın. Senin gibisi bana yaramaz.

Kimsin lan sen? Milli eğitim müdürü oldun diye Allah mısın? Allah olmasa da küçük dağları o yaratmıştır. Ayrıca karşınızdaki müdür değil ağadır. Eskiden köy ağaları vardı şimdi de kurum ağaları var.  Evet. Son on yılda bir de böyle bir konu yaşanır oldu. Köy ağaları gitti, kurum ağaları çıktı başımıza. Karşınızdakiler geleceğinize karar veren amirlerinizdir. Amirlerle iyi geçinmek zorundasınız. Amirler demek baba yarısı demek, baba az olur, bunlara Allah yarısı demek lazım. Allaha nasıl itaat edersek bunlara da etmek gerekiyor. Aksi taktirde hayatımızla oynarlar. Hanife Avcı’nın hayatıyla oynadıkları gibi…

Amir deyip geçmeyeceksin… Gerekli itaatti göstermiyor musun? Seneye ücretli öğretmen, memur, hizmetli olamazsın? Ücretli iş ne demek? Güvencesi olmayan iş demek. Bu gün var yarın yok. Geçici işlerden söz ediyoruz. Aynı işi seneye de yapabilmek için amirin köpeği olmaya, kıç yalamaya mecbursun. Amirler ücretli çalışanlara asla saygı duymuyorlar. Onları köpek gibi kullanırken son derece mutlular.

Bana hakaret eden amire kısaca Ş demek isterim. Ş nedir derseniz Şerefsizin Ş’sinden söz ediyorum. Ş, insanlara hakaret etmeye alıştığı için aynısını herkese yapabileceğini sanıyor. Bendeniz nesli tükenmekte olan memurlardan sayılırım. Neden neslimiz tükeniyor peki? İş güvencesi ortadan kaldırıldığı için. Yenidünya düzeninin savunucuları durdurulamazsa korkarım yakın bir gelecekti iş güvencesi diye bir şey kalmayacak. Orta çağda olduğu gibi toplum; beyler yani aristokratlar, askerler, din adamları ve köleler olarak dörde ayrılacak. Biz çalışanlar, işçiler, memurlar köle sınıfını oluşturuyoruz. Gördüğünüz gibi her geçen gün iş güvencesi, düzenli çalışma koşulları, düzenli maaş hayal oluyor.

Bir ay kadar önce ilçe milli eğitim müdürünün odasına gitmiştim. Bana, çaycı muamelesi yaptı. Şuradan iki çay kap getir dedi. Terbiyesize bak. Babasının hizmetçisi var sanki. İçim olduğunu söyledim. Seni saygısız dedi. Neymiş? Amire saygısızlık yapmışım. Ekmeğimi veren kurumun amirine saygısızlık yapamazmışım. Ekmeğimi sen vermiyorsun dedim. Defol odamdan şerefsiz dedi. Oradaki sekreter, kurum şoförü hakareti duydu. Ben şerefsiz değilim dedim. Müdür olmanız size çaycılık yapacağım anlamına gelmez dedim. Benim görevlerim var. Görevlerim 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda yazılı dedim. Haklarını ben sana göstereceğim şerefsiz it demeye devam etti. Sinirlerim boşaldı. Şikayet edeceğim seni dedim. Bildiğin yere git it herif dedi. Nasıl ya… Bu kadar saygısızlığı ne hakla ne cesaretle yapabilirsin. Bir amir, makamında bir memura böyle hakaret edebilir mi demeyin. Ediyorlar. Herkesin gözleri önünde küfrediyorlar. Tanık mı arıyorsun. Diğer memurlar istediği kadar duysun. Kimse duyduk demiyor.

Yine de hakkımı aradım. Ertesi gün savcılığa gittim. Amirimden şikayetçi olduğumu söyledim. Savcı, dilekçemi inceledi, şikayetimi böyle mi oldu, şöyle mi oldu diyerek tekrar yazdırdı. Sevinmiştim. Meğer ilçe mili eğitim müdürünün yargılanması kaymakamın onayına bağlıymış. Amir anana avradına küfretsin. Kaymakam izin vermediğinde kimse bir şey yapamıyor. 12 Eylül yasalarından biri de buymuş. Hani Kenan Evren var ya… Gençler bilmez bu Kenan Evren’i…  Kısaca söyleyeyim, Amerika’nın beklentileri doğrultusunda Türkiye’de darbe yapmıştır. Binlerce genci işkenceden geçirmiş, yüzlerce gencin ölümüne neden olmuştur. 90 yaşını geçti hala yaşıyor. Cezası uzun yaşamak oldu. Bu günlerde yargılanıyor ama, göstermelik bir yargılama. Tayyip Erdoğan’ın faşist hükümeti, darbelerle hesaplaşıyoruz yalanıyla kedinin fare ile oynadığı gibi 90 yaşındaki Kenan Evren’le oynayıp duruyor. Milletle dalga geçmek bu. Bir faşist başka bir faşisti yargılamaya çıkmış. Biri genç biri yaşlı. Yaşlı olan ölsem de kurtulsam diyor. Genç olan keyiften dört köşe. Neymiş, Türkiye faşizmle hesaplaşıyormuş. Faşizmin alası yeni geldi. Bakalım başımıza daha ne işler açılacak.

Neyse...  Kenan Evren’in günahını almayayım. Adamın çok günahı var. Amirin, kaymakam izniyle yargılanabileceğini belirten yasa Kenan Evren’den önce de mevcut olabilir. Önemli olan böyle bir yasanın olması. Nasıl yani dedim: Hakarete uğrayacağım ve hakkımı arayamayacağım. Evet dediler. Yapacak bir şey yok. Deliye döndüm desem yeridir.

Ardından başka bir olay oldu. Bu kez Ş, bir öğretmene hakaret etti. Daha doğrusu etmiş. Öğretmen de benim gibi savcılığa koştu. Kaymakam, yine soruşturulmasına, mahkemeye çıkarılmasına izin vermedi. Bunun üzerine müdür, hakaret etmeyi alışkanlık haline getirdi. Hakaret ediyorsun kimse sana bir şey yapamıyor, zamanla rahatlıyorsun. Ne güzel iş. Önüne çıkana öküz gibi davranmaya devam ediyorsun. Öküz gibi davranan bakanları başbakanların koruması gibi… Yönetimci kademesine gelince dokunulmazlık elde ediyorsun. Artık istediğine küfredebilirsin. Yöneticiler birbirini korur. Kimse kimsenin soruşturulmasına izin vermek.

İşte size Türkiye’den bir not: 1013 yılında Türkiye böyle yönetiliyor. Sayın başbakan Tayyip Erdoğan alınmasın ya da alınsın. Başbakan olarak kendisi de küfürlü konuşur. Kime ne diyeceksin arkadaş. Kimi kime şikayet edeceksin.

Aslında şunu demek istemiştim: Vatandaş adalet ister. Adalet, ekmek kadar, su kadar önemli. Memlekette huzur olacaksa önce adalet olacak. Huzurun ön koşulu adalettir. Adaletin olmadığı yerde kimse huzur içinde yaşayamaz.

İnanın 25 yıllık bir memur olarak hakkımı arayamadığım için çıldıracak hale geldim. Adam, gelene gidene küfür yağdırıyor. Bir sürü tanık var. Ama herke susuyor. Kimse amir aleyhine tanıklık yapmak istemiyor. Herkes korku içinde. İşimi kaybederim endişesine kapılıyorlar. Amirlerin kölesi olmayan perişan olur. Tanık bulsan dilekçeni sevk edecek kaymakam bulamıyorsun.

O an anladım; insanların nasıl dağa çıktığını, PKK’ya katıldığını o an anladım. Bir hakaret bile beni ne hale getirdi. Gideyim dedim, kaymakam binasının önüne oturayım. Kendimi zincirle Atatürk büstüne bağlayayım. Hakaret Eden Müdür İstemiyorum diye boynuma bir yazı asayım. Basına haber vereyim… Gerçekten düşündüm bunları. Ya evladını öldürseler. Hapishanede kıçına cop koksalar, sevgiline tecavüz etseler, bok yedirseler. Hiçbir savcı, hakim anlattıklarını dikkate almasa. Kimse kimse hakkında soruşturma izni vermese… Yakalasalar, zindana atsalar? Kendi ana dilinde bile kendini savunmana izin vermeseler?

İşte terörün sebebi budur arkadaşlar. Terörü durdurmak isteyenler önce demokrasi diyecek. Sözde değil, özde demokrasi isteyecekler. Abdullah Öcalan’la, Murat Karayılan’la, BDP milletvekilleriyle masaya oturunca terör sorunu biter derseniz, bitmez derim. Terörün çaresi demokrasiyi hayata geçirmektir. Başka bir yolu yoktur bunun…

18 Ekim 2012 Perşembe

KONYALI SALİH'İN ANLATTIKLARI


BANKA KREDİSİ MAĞDURU DEVLET MEMURU KONYALI SALİH’İN ANLATTIKLARI

Bugün Uğur Dündar’ın bir yazısını okudum. Bir sürü şey hatırladım. Yazı, bankalar kredileriyle ilgiliydi. Bankalar vatandaşı soyuyor. Beni de soydular. Ev için kredi çekmiştim. Borcum bittiğinde ölmüş olurum. Aldığım evi de mezarıma götürürüm artık. Öyle bir sistem ki, ev almaya mecbursun. Kira ödeyeceğime ev alayım demiştim. Biraz da kredi çekerim. Sonra yıllar geçiyor. Borç bitmiyor. Bankanın eli sürekli cebinde… Bana kalan çorba parası.

Yeni bir durum değil bu, Türkiye’ye özgü de değil. Dünyanın her yerinde bankaların kölesiyiz. Eskiden köy ağaları vardı. Şehir ağaları var. Şehir ağaları banka sahibi. Darda kalan bankaya koşar. Denize düşenin yılana sarılması gibi… Ne kadar çok sarılırsan o kadar çok yanarsın. İliklerine kadar sömürülürsün. Vatandaşı iyi dolandıran banka memurlarına Dubai’de, Paris’te tatil ikramiyesi veriliyormuş. Uğur Dündar’ın yazısında okudum.  Banka memurları da çaresiz. Onlar da sömürülüyor. Yahudi soy kırımının başkanı Hitler’in Yahudi gardiyanları vardı. Hitler zulmüne yardım eden Yahudiler zulümden kurtulabiliyordu. Banka memurları zulümden kurtuluyor mu? Tamamen değil, arada sırada tatille ödüllendiriliyorlar o kadar.

Bin yıldır değişen bir şey yok. Bütün iktidarlar; padişahlar, krallar, başbakanlar halkların kanıyla beslendi, besleniyor. Dünyanın her yerinde sülükler kan emip duruyor. Bankalar kan üretme makinesi. Öyle bir düzen kurmuşlar ki düzenin dışında kalamıyorsun. Nereye gideceksin? Köye gitsen, çadır kursan, ne yapsan ne etsen kaçış yok. Sülükleri beslemek için gece gündüz çalışmak zorundayız. İnsan, bu sülüklerin hapishanesinde tutsak. Kapitalizmin böyle bir şey… İnsan, insan olduğu için değil, üretimde bulunabildiği için değerli. Emeğimiz, alın terimiz zenginin refahı için.

Devlet koca bir yalan. Devlet demek halk demekmiş. Devlet savaş ister. Savaş zenginin daha zengin olması için yapılır. Halk savaş istemez. Binlerce insan dün Taksim’deydi. Taksim Meydanı’nda savaşa hayır sloganları atıldı. Kimdir savaş isteyenler? Ülkemizi savaşın eşiğine halk getirmedi. Devlet getirdi. İktidar partisi getirdi. Zenginin devleti getirdi. Devlet, zenginlerin oluşturduğu bir örgüttür. Marx da böyle söyler. Marx’a inanırım. Akıllı adammış. Her şeyi öncede görebilmiş. İnsanları uyarmış ama ne fayda. İnsanlar kör, gözünün önünde olup biteni görmüyor. Anlatıyorsun inanmıyor. Her neyse…

Şunu unutmayalım: Bu düzende devlet denilen şey bankaların yanındadır. Bankaları yönetenler kuralları kendileri kor. Devlet bu kuralların koruyucusu olur. Milletvekilliğine gelince… Buna gülerim ancak. Adı bile yalan. Milletin vekilleri bunlar öylemi. Doğrusu sermayevekilleri olmalıydı.. Milletin vekili diye bir şey hiç olmadı. Milletvekilliği ada altında sermayevekilliği yapıldı.Vekiller her zaman varlıklı kesimler arasından seçilir. Parası olmayan vekil olamaz. Oldu diyelim. Sistem o kadar sağlamdır ki, kurulu çarkı kimse yıkamaz. Meclise giren herkes sömürü devletinin parçası haline gelir.

Kapitalizmin yöneticilerine milletvekili diyoruz. Önümüze konan oy sandıklarına bakıp demokratik bir ülkede yaşadığımızı zannediyoruz. Demokrasi diye bir şey yok. Kitaplarda anlatılan demokrasi henüz hayata geçmedi. Parayı ellerinde bulunduranlar demokrasiyi tanımıyorlar. Zenginler demokrasiyi yalnızca kendileri için ister.

Dünya halkları sahte demokrasilerin saldırısı altında... Ne yapmalı? Sosyalizmi kurmalı desem bir anlam ifade etmez. Kitlelerin sesini duyar gibiyim. Sosyalizm yıkıldı diyorlar. Sosyalizm eşittir faşizm. Sosyalizm eşittir terörizm. Beyinler bu kavramlarla yıkandı. Artık sosyalizm de hayal. Tamamen hayal diyemem. En azından bizim yaşadığımız yüz yılda insanlar sosyalizmden uzak duracak. Belki yıllar sonra tarih sayfaları yeniden karıştırılır. Dünyada sosyalizm diye bir deyim yaşamış, bu neydi diye araştıranlar olur. Geçmişin hatalarından dersler çıkarılır.

Yeni bir dünya kurulur mu? Kurulmasını çok isterim. Hatta o dünyayı yaşamak isterim. Yaşadığımız bu hayat yanlıştı. İnsana eziyet veren bir hayat doğru bir hayat olamaz. Bir kez geldiğimiz âlemde ne büyük adaletsizliklerle karşı karşıya kalıyoruz. Çocuklarımızı zenginlerin çıkarı uğruna savaşlarda kaybettik. Kaybetmeye devam ediyoruz.  

Yalan mı? Bütün savaşlarda, çatışmalarda garipler hayatlarını kaybediyor. Yalan diyebilir misin? Şehit cenazeleri hep gecekondulara gider. Hep yoksul analar ağlar. Savaşa gönderilenler Villada yaşayanların çocukları değildir. Televizyonları açın bakın: Kimse villalarda, konaklarda dizlerini döverek ağlamıyor. Hep köylerde, gecekondularda yaşayan yoksul analar, babalar ağlıyor.

Bir gün değil, hemen şimdi askerliğe hayır demek zorundayız. Ama diyemeyiz. Diyenleri görüyoruz. Savaşmıyorum, savaş eğitimine karşıyım diyenleri süründürüyorlar. Askerliğe hayır diyen vatan haini ilan ediliyor. Hangi vatan? Vatanı kendileri kullanıyor. Milletin vatanı yok. Millet vatanında esir, ucuz iş gücü. Sorarım: Vatan bize ne veriyor? Zam, zulüm işkence… Başka neyimiz var?

Bu vatan bir uçtan bir uca halkın malıdır. Kim inanır buna? Bu vatan artık bizim değil. Vatan karış karış satılıyor. Hem de Müslüman olduklarını söyleyenler tarafından satılıyor. Dindar geçinenler devletin bütün kurumlarını avuçlarının içine aldı. Vatan toprağı dünya şirketlerinin eline geçti. Deniz kıyılarımız, ormanlarımız, madenlerimiz, derelerimiz neyimiz varsa satıldı. Paşalar gibi satmaya devam ediyorlar.

Zavallı biz; zavallı halk… Kapitalizmin yöneticilerine inanıyoruz. O insanları başımıza iktidar yapıyoruz. Ne oldu? Yeni bir savaşın eşiğine geldik. Amerika’nın yanında saf tuttuk. Kime karşı: İslam dünyasına karşı… Atatürk’e dinsiz diyorlar, içki içerdi diyorlar. Atatürk’ün safı mazlumların safıydı. Bir de Recep Bey’in safına bakın. Recep Bey; Recep Tayyip Erdoğan’dan söz ediyorum. Bir dönem muhalefet partisi lideri Kelam Kılıçdaroğlu, Recep Bey derdi. Başbakan buna ifrit olurdu. Neden? İnsan neden adını sevmez, adı söylenince kızar ki? 

BESNİLİ İSMET'İN ANLATTIKLARI


ESKİ DEVLET TİYATROSU OYUNCULARINDAN ADIYAMAN BESNİ DOĞUMLU İSMET’İN ANLATTIKLARI
Kaç gündür çantamın fermuarı kopuk dolaşıyorum. Ayakkabıcı bulmam lazım. Ayakkabıcılar çanta tamiri de yapıyor. Pardon efendim. Kısaca kendimi tanıtayım. Bendeniz Adıyaman Besni doğumlu emekli Devlet Tiyatroları oyuncularından İsmet. İsmet yazalım yeter. Konuşmaya, yazmaya korktuğum için daha fazlasını söyleyemem. Neme lazım. Başbakanımız koca bir avukat ordusuyla dolaşıyor. Çıkar biri şikâyet eder. İsmet derler, Başbakana hakaret etti.  Ayıkla pirincin taşını.
Şaka değil. Her yerde arıyorlar: Kim nerede başbakana küfür etti? Bir sürü yalaka var ortalıkta. Memurundan, savcısına varıncaya kadar ortalık yalaka kaynıyor.  İnanın 17 yaşındaki çocuğa bile başbakana hakaret suçundan ceza verdiler. Çocuk Başbakana Faceboock’ta hakaret etmiş. Faceboock’tan da korkar oldum. Vallahi de billahi de bıraktım, üyeliğimi sonlandırdım.  Diyorlar ki sosyal paylaşım siteleri faşist hükümetlerle anlaşma yapıyor.  Kişisel bilgilerimizi, şifrelerimizi faşistlere teslim ediyorlar.  Böylece istihbarat yetkilileri, Başbakana hakaret edenleri elleriyle koymuş gibi buluyor.
Vay be! Bu kadarını beklemezdim. Buradan seslenmek isterim: Ey Facebook, Ey Twitter, Ey Blogger yöneticileri! Sakın böyle bir şey yapmayın! İnsansanız yapmayın arkadaş! Bunu yaparsanız dünyanın demokratik gelişimine faydanız olmaz. Faşistlerle birlik olmayın. Oldunuz diyelim. Gün gelir siteleriniz kapanır. Kullananlar olmaz mı, olur ama itibarınız yerlerde sürünür. Bizi merak etmeyin. Halk yine haberleşmenin bir yolunu bulur. Her şeye rağmen yolumuza devam ederiz. Ne yapalım… Yeri gelir dumanla haberleşiriz. Yeri gelir ıslıkla haberleşiriz. İnsan yaratıcıdır. Hainlerin kucağında internet kullandığımızı anladığımız an yolumuzu değiştiririz. Yolumuz özgürlük yoludur. Özgürlüğe gitmeyen yolları kullanmayız. Facebook’ta yazamazsak başka yere yazarız. Yer bulamazsak dağlara taşlara yazarız. Denizlere, ırmaklara yazarız. Tanklara, toplara, tüfeklere yazarız. Daha önce yapmıştık, yine yaparız. Benden söylemesi. Bize bir şey olmaz. Olan teknolojiye olur. Teknolojinin hainlerin elinde ne hale geldiğini bir kez daha anlamış oluruz.
Derdim sosyal ağlar değil. Ne sosyal ağlarda ne hayatta kimseye hakaret etmedim, etmem de. Derdim demokrasiyle, düşünce özgürlüğüyle... Türkiye’de demokrasi yok... Avrupa 2011 Türkiye ilerleme raporunu okudunuz.  Ne diyor raporu yazanlar? Türkiye demokrasiden uzaklaşıyor diyorlar. Çok haklılar. Yaşayarak görüyorum. Demokrasimiz polis devletine doğru gidiyor değil… Gideceğimiz yere kadar gittik artık polis devletiyiz.  Milletvekillerimiz, basınımız demokrasiyle bağdaşmayan uygulamalar içinde. Demokrasiyi yok edenleri görüyorlar, görseler de aldırmıyorlar. Herkes gelecek kaygısı için de. Ya ben de başbakanın bir emriyle işimden atılırsam korkusu içinde.  Atarlar. İnanın gözünüzün yaşına bakmıyorlar. Bir sürü gazeteci işsiz kaldı. Utanmasalar kendilerinden olmayan milletvekillerini bile işten atacaklar.
Niye milletvekili seçiyoruz anlamıyorum. Vekile gerek yok ki. Asıl olan başbakan. Başbakanın dışında kalanlara vekil diyoruz. Sıradan piyonlar. Milletvekili mi oldun? Yazık sana! Bol bol zılgıt yersin artık. Meclise gidersin başkanın emreder: Şu yasaya evet oyu ver! Tamam mı? Tamam başkanım! Hep beraber el kaldırın. El kaldırmayan hain ilan edilecek.
Hemen belirteyim: Yeni bir olay yaşandı. Bazı belediyeler yasayla kapatılmak isteniyor. Neymiş, büyük şehir belediyeciliğine geçilecekmiş. Güzel. Demokraside yaşasaydık vekiller, başkanlar aralarında tartışır, tartışma sonucunda ortak bir karar alınır. Yok öyle. Başkan ne dediyse herkes o yönde oy kullanacak. Vay anasını, demokrasiye bakın sayın seyirciler. Yeme de yanında yat.
Sadıklar kuruldu. İktidar partisinin bazı milletvekilleri salonda yok. Oylar sayıldı. Eee…  Bazı milletvekilleri olmadığı için yasa meclisten geçemedi. Cumhurbaşkanı isterse yasayı halkoyuna sunabiliyor. Ya da Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül diyecek ki, sayın vekiller, yasayı tekrar meclise gönderiyorum, bu kez adamlarınızı çağırın, onların da oyunu alın böylece yasa yeterli vekil oyuyla yasalaşmış olsun. Anlaştık mı anlaştık. Al Gül’üm ver Gül’üm.  Cumhurbaşkanı Başbakan demek, Başbakan Gül demek. Birinin isteği diğerinin isteği anlamına geliyor. Bu nasıl demokrasi ki…
Hepimiz tanığız. Cumhurbaşkanlığı makamı onay kurumu oldu. Bu da demokratik değil. İşin acı tarafı şu: İktidar partisinin çok önemsediği son yasa 8 milletvekili yüzünden geçemedi. Medya soruyor, kim bu milletvekilleri diyorlar. Flaş haber. Türkiye bu milletvekillerini öğrenmek istiyor. Kim başbakana karşı geldi? Kim emerleri dinlemedi. Alkışlamak için değil, yerden yere vurmak, rezil etmek için… Korkunç bir durum! Gelmeyen milletvekillerinden biri Hakan Şükür… Neredesin Hakan?
Hakan Şükür kim?  İktidar partisinin topçu milletvekili... Eski kalecilerden... Usta kaleci defalarca milli forma giymiş. Ceketi de aday gösterse seçtirebilen başbakanlardan olan Tayyip Bey Şükür’ü milletvekili yaptı. Kendi kendini milletvekili yapamazsan böyle olur. Azarı işitir oturursun. Bu günlerde Şükür’ün nerede olduğunu kimse bilmiyor? Hacca gitmiş olabilir diyenler var?
Şimdiden belirtelim; yandın sen Hakan Şükür. Bu günlerine şükredeceksin bak görürsün. Nasıl sen kimseye haber vermeden ortalıktan kaybolursun arkadaş. Kimsin sen? Kul değil misin? Hangi siyasi vasfın seni milletvekili yaptı. Hangi mücadeleyi vererek o kodluğa oturdun. Hak etmediğin yere oturursan o yer sana batar.  Birileri sürekli koltuğunla oynar. Maymuna çevirirler adamı. Aslan gibi kaleciydin. Futbol tarihinde adın vardı. Başbakanın kedisi oldun arkadaş. Önüne mama konmuş bir kedi oldun.

17 Ekim 2012 Çarşamba

İZZETTİN'İN ANLATTIKLARI


MANİSA’DA KAMYON ŞOFÖRLÜĞÜ YAPAN GÖLMARMARA DOĞUMLU İZZETTİN’İN ANLATTIKLARI

Selam. Kendimi tanıtayım. Bendeniz Manisa’nın Gölmarmara ilçesinde doğmuşum. Adım İzzettin. Manisa’da şoför olarak çalışıyorum. 90 model bir kamyonum var. Dünyanın en pahalı benzinini kullanıyorum. Şaka değil arkadaş. Dünya âlem biliyor. Türkiye’de benzin pahalı…  Dörtte üçü vergi… Yemin ederim para kazanamıyoruz. Ne kazanıyorsak devlete... Akşamları iki kadeh rakım vardı. Ona da zam yaptılar. Kullandığım ne varsa dünyanın her yerinden iki üç misli pahalı anlayacağınız.

Tamam. Bu konuyu geçelim. Vatandaş olarak siyasetle uğraşmayı görev biliyorum. Siyasetle uğraşmayan vatandaşa vatandaş demem. Koyun derim. Sürü nereye giderse koyun oraya gider. Siyaset demişken gelelim İdris Naim Şahin’in durumuna… Arkadaş, üç dört ay kadar önce haberlerde izledik. Zavallı köylü Naim’e hoş geldin bakanım, diyor. Geldiğine çok sevindik. Bakan sevindiğini nereden bileyim diyor. Bakar mısın? Sevindiysen sevindiğinin belli et, mesela takla at. Vatandaş takla atamıyor, oyna o zaman diyor. Beyaz kirli sakallı, elleri nasırlı, üstü başı perişan garip köylü. Başlıyor oynamaya. Naim Bey, keyiften dört köşe... Devlet erkânı vatandaşı alkışlıyor. Garip amcam bütün saflığı ile oynamaya devam ediyor.

Sonrası önemli. Ülkenin doğusunda yaşanan bu olayı batıda; Muğlalı vatandaşlar protesto ediyor. Vatandaş dediysem benim gibi politik kişiler. TKP üyeleri. Aferin size gençler. Ellerine pankart alıyorlar. “Taklacı Bakan istemiyoruz!” diye yazıyorlar. Nede olsa faşizmde yaşıyoruz. Polis durur mu? Ne demek bakanı protesto? Vatandaş kim oluyor? Gösteri ve yürüyüş hakkı ne demek! Gençler aldırmıyor. Protestolarına devam ediyorlar. Ardından polis copu, biber gazı, tekme, tokat… Kameraların önünde gençler linç ettiler. Bir kısmını tutukladılar. Tutukluların arasında yoldan geçen iki vatandaş da yer alıyor.

Protestocu tutuklular bu gün mahkemeye çıkıyor. Suçları, bakana hakaret etmek, silah taşımak, suç aletini polise teslim etmemek… Silah dedikleri pankart sopası, mikrofon, yerden alınan taşlar… Neler neler arkadaş. Devlet gücünü eline geçiren vatandaşın tepesine biniyor. On dört genci 10 yıl hapisle yargılıyorlar. Ne dersiniz siz bu düzene. Faşizm değilse nedir bunun adı. Avrupa birliği Türkiye’deki faşizmi tarihe not etti. Naim ve arkadaşları küplere bindi. Binin bakalım. Binin vatandaşın sırtına. Gün gelir vatandaş da sizin sırtınıza binecektir. Umalım ki o günler gecikmesin.

Diğer bir konu arkadaşlar, 25 askerin ölümü… Afyon’da, asker ocağında, gecenin bir yarısı acemi askerler bomba sayıyor. Bu erler el bombası nasıldır, fünye nedir, nasıl çalışır bimez. Saat gecenin yarısı... Akıllara bir sürü soru geliyor. Gecenin bir yarısı neden bomba sayılır. Şudur budur, neyse… Bombalardan biri patlıyor mu? Afyon halkı sokağa dökülüyor. Deprem oldu sanıyorlar. Sabah olunca patlamanın nedeni anlaşılıyor. 25 acemi er ölmüş. Üç gün önce askere gitmiş erler bunlar.

Devletin yaptığı tek açıklama şu: Kaza oldu. Takdiri ilahi… Bir er yanlışlıkla bombanın pimini çekti. Askerlerin yakınlarına tazminat ödememek için şöyle demeye başladılar: Doğal afet gerçekleşti. Şehit dese, şehit parası ödeyecek. Kaza dese tazminat ödeyecek. En iyisi doğal afet diyelim dediler. Doğal afette bile vatandaşa yardım edilirdi eskiden. Şimdi sigorta var diyorlar. Çok seviyorsan gidip evladına sigorta yaptırsaydın. Hani birinci, ikinci cumhuriyet tartışmaları vardı ya… Tartışma doğruydu. Birinci cumhuriyeti yıktılar. İkinci cumhuriyette kimseni can güvencesi, iş garantisi yok.

Evlat deyince… Ergenekon davasından tutuklu bir öğretim üyesi var: Profesör Dr. Fatih Hilmioğlu. Hilmioğlu’nu Ergenekoncusun deyip tutukladılar. Profesör örgüt kurmuş, örgüt kuranlarla birlikte olmuş, Tayyip Erdoğan iktidarını yıkmak için plan yapmaktaymışlar. Tam o sırada yakalandılar. Güler misin ağlar mısın arkadaş. Tarihe biz de not düşelim. Bu ülkenin askerlerine, üniversite öğretim üyelerine, gazetecilerine, aydınlarına Erdoğan ve ekibi neler yaptı, bir bir yazalım. Bu acıları unutmayalım, unutturmayalım.

Sayın Hilmioğlu, evladını trafik kazasında kaybedince hapisten dört gün izin aldı. Profesörü gece evinde yatırmadılar. Kolundan tutup bu kez de Sincan Cezaevi’ne götürdüler. Adamcağız her sabah ceza evinden çıkıp evine gitti.  Etrafı polislerle çevrili olarak. Sanırsınız bir seri katildi. Bir an bile boş bırakmaya gelmezdi. Seri katili nasıl serbest bırakırsın. Nasıl bu gece, karının yanında kal dersin.  Karına destek ol, karı koca birlikte birbirinize destek olun. Aileyi birbirinden ayrılmayalım demediler. Hiç olmazsa bu gece. Ölen bir evladın hatırına saygı duymadılar. Ölüm acısını, evlat acısını hiçe saydılar. İsyanım var arkadaş. Kendimi gidip o savcıların ölünde yakasıya isyanım var. 

ÖMER'İN ÇOK SARHOŞKEN SÖYLEDİKLERİ


ODUN TÜCCARINDAN BOLULU ÖMER’İN ÇOK SARHOŞKEN DİLE GETİRDİKLERİ

Sürekli düşünüyorum. Odun geldik kereste gideceğiz. Kendi adıma olup bitenlerde suçum yok diyebilirim. Dünyayı onlar kirletiyor. Ben soruyorum: İnsan neden yaşar? Mutlu olmak için ne yapmalıyız? Böyle bir ülkede, nasıl mutlu olunur? Denizler kirlendi. Balık azaldı. Balık nesli yok olmaya doğru gidiyor. Irmaklar kuruyor. Ozon tabakası delik deşik… Kim duyuyor? Kahrolsun. Doldur içelim.

Bir sürü bilim adamı bağırıyor. Dünyanın her yerinde savaş var. Yok mu? Türkiye Suriye’yi yok etmek istemiyor mu? Ulan Tayyip! Yemin ederim sen ne yaptığını bilmiyorsun. Amerika’dan dost olmaz. Bunu aklına koy. Kim dünyayı kirleten? Amerika! Doğal sistem yok oluyor. İnsan nesli olanlara aldırmıyor. Başbakanlar, başkan yardımcıları aldırmıyor? Zenginler lüks içinde yaşıyor. Afrika’da açlık var. 50 yaşına geldim Tayyip Bey! Bin yıldır Afrika aç. Afrika’yı bu hale getiren Batı kendi zevkinde… Sen de onların yanındasın. Zalimin işbirlikçisi oldun. Hani Amerika’ya karşıydınız. Yazıklar olsun size. Sen de Batılı oldun Sayın Başbakan. Aklını başına topla. Petrol kuyularını sana yedirmezler. Seni asker yaparlar, savaşa sokarlar ama patron yapmazlar. Patron Amerika’dır.

Bir soru da şu: Mutlu musun Tayyip! Böyle bir dünyada mutluluk nedir? Oğlum oldu, kızım oldu. Ne güzel anne oldun. Baba olmak sana yakıştı. Evini aldın. Araban da var. Sağlığında iyi. Şükür hasta değiliz. Yapay kalple yaşamıyoruz. Sağlıktan daha büyük mutluluk mu var? Doğrudur. Dünyada en büyük sultanlık sağlıktır. Sağlığı olanın keyfine diyecek yoktur. Ne diyelim… Doğru söze ne denir? Hayatta sağlıklı olmak kadar önemli bir şey yok. Paranı kaybet, evini, arabanı kaybet. Sağlığın yerinde olsun Tayyip. Sevdiklerin yanında olsun. Yakınların, sevenlerin sağlıkla, huzurla yaşasın. Doldur, içelim. Hadi şerefe.

Benim de bir oğlum var. Adı Tayyip Sayın Başbakan. Bak koçum, dünyanın derdiyle dertlenmek önemli diyorum ona. Herkes dertlenmiyor mu diyeceksin, dertlenmiyor. Toplumlar duyarsız. Kitleler düşünemiyor. Kitleler yalnızca oy vermeyi biliyor. Adam sağlığına kavuşur, bir lokma, bir hırka der, sağlıklı bir nefes her şeye değer der mutlu olur. Doğrudur. Nefes yoksa mutluluk yoktur. Bu gün nefes alabiliyoruz Sayın Obama. Yarın ne olacak? Çocuklarımız ne olacak, söyler misin? Kim kirletiyor dünyayı kardeşim? Biz mi? Dünyayı kapitalizm kirletiyor. Obamalar kirletiyor. Çek hadi çek… İçelim güzelleşelim.

Diyeceğim şu Tayyip! benden sonra tufan demeyeceksin. Dünyadan sorumluyuz. Dünya bize verilmiş bir hediye değil, dünyayı çocuklarımızdan ödünç aldık. Güzel laf ama. Tutuyorum bu sözü… Anlıyor musun? Toprağın her karışında karıncanın hakkı var. Bana sarhoş diyorlar. Ne dediğini bilmez diyorlar ama yanılıyorlar. Yeri gelir içerim. Yeri gelir Allah derim. Din sömürüsü yapmam. Neye inandığım, ne kadar inandığım benimle Allah arasındadır. Doğru mu Tayyip. Sen de imam hatipte okudun. İçiyorsam kendime, kim karışır. Çek çek…

Allah dünyanın kirletilmesine razı değil arkadaş. Kim kurtaracak dünyayı? Din mi? Din adamları mı? En çok din adamları susuyor. Din adamına göre sorun yok. Dünya ilahi adalet üzerine kurulu. Bu dünyanın hesabı öbür dünyada sorulacaktır. Oldu, gözlerim doldu. Sabredin. Aceleye gerek yoktur. Haksız olan cehennemde yanacaktır. Oh ne güzel. Cehennemini yesinler senin.  

Ölüm herkes için arkadaş. Önemli olan ne kadar insan olduğumuzdur. Haksızlık yapan da bir gün ölecek. Allah yok diyen de ölecek, var diyen de ölecek. Allah herkese hesap soracak…  Dorumu mu? Hadi kabul edelim, doğru diyelim… Teselli mi bu? Bu bana yetmiyor hoca efendi! Papaz efendi! Ben hesabın bu dünyada görülmesini istiyorum. Tayyip nerdesin oğlu. Su getir hele!

Yapma bunu evlat! Bu yaptığın Allaha isyandır. Bunu yapanlar mutsuz oluyor. Mahkemelerin adil olmaması beni çileden çıkarıyor papaz efendi. Evet, ben de darbe planladım Sayın Tayyip! Darbe yapamadıkları için darbeci komutanlara çok kızdım. Ne olacak şimdi? Beni de mi tutuklayacaklar? Başbakan’ın mahkemelerinde yargılanmak istemiyorum. Adalet istiyorum. Bütün hâkimlerden, iktidarlardan hesap sormak istiyorum. Gücüm yetmiyor. Ne tarafa koşsam sert bir duvara çarpıyorum. Yanımda, yörende kimse yok. Kimi maç izliyor, kimi camide, kimi yoga yapıyor, kimi bana değmeyen yılan bin yaşasın diyor. Hayır. İnsan bu kadar rezilliği hak etmiyor. İnsanın bu kadar kötü olacağına inanmıyorum.

Bir doktora gitsen. Psikiyatriye diyorum… Gidemem hoca efendi. Hoca değil, papaz diyeceksin. He hoca ne papaz ne fark eder ki? Kimseye inancım yok. Psikologlarınıza da inancım yok. Ne din adamlarınıza ne psikologlarınıza güveniyorum. Dünyaya mutlu olmak için geldik, doğru mu? Kapitalist olmak için gelmedik. Hepiniz kapitalistsiniz. Hepiniz suçlusunuz. Suçunuz insanlığı yok etmek. İnsanın mutlu olmasını engellemek. Ne hale getirdiniz güzelim dünyayı. Yarattığınız şu çirkef hayata mahkûm ettiniz bizi. Çıldırmak üzereyim. Yemin ediyorum çıldıracağım.

Haklısın evlat. Ama dinlemelisin… Mutlu olmak için inanmam lazım. Gel hadi, abdest alalım, namaz kılalım. Haham efendiye gidelim. Bakalım o ne diyecek. Ne diyeceği belli değil mi? Benim dediğimi demeyecek. Mutlu olmak için üretmek şart. Namaz değil, ibadet değil… Üretmek, birilerine yararlı olmak şart! Ağaç dikelim, namaz kılmak ağaç dikmek olsun var mısınız? Namazı kaldıralım, yerine ağaç dikme koyalım. İşinize gelmiyor değil mi? Namaz da kılmalıyız evlat! Namazla da mutlu olunur. Tamam, Haham olayım. Fark etmez. Allah katında herkes bir.

Bak Haham başı, yalancı mutluluk istemiyorum. Ben bu dünyada mutlu olmak istiyorum. Sevdiğim bir işi yapmak istiyorum. Kereste doğramak istemiyorum artık. Güven içinde yaşamak istiyorum. Korkusuzca yaşamak istiyorum. Vergi baskısı altında ezilmek istemiyorum. Devletten, iktidardan korkmadan yaşamak. İnancın neyse onu yaşayabilmek… Bunu istiyorum. Dinsiz de olabilirsin. Herkesin eşit olduğu bir düzen istiyorum. Kimse kimsenin efendisi olmayacak. Devleti yönetenler haydut olmayacak anlıyor musun? Haydutların iktidarı yıkılsın istiyorum. Toplumun bütün kesimlerine eşit mesafede duran yöneticiler istiyorum. Hıristiyan devleti, Müslüman devleti, Yahudi devleti istemiyorum. Sınırlar kalksın istiyorum anlıyor musun?  Kimse adından, kimliğinden dolayı dışlanmasın istiyorum. Şarap yok mu şarap? Doldur içelim.

Bak papaz efendi? Hoca efendi diyecektin herhalde? Neyse işte… Anla artık sen. Herkesin kendine özgü düşünceleri olsun istiyorum. Kimse birbirinin kopyası olmasın. Hepimiz farklıyız. Hepimizi Allah farklı kıldı. Allahın bildiğini neden kuldan saklıyoruz. Neden hepimiz aynı olmadığımız halde aynıymışız gibi yapıyoruz. Bu yalandan nefret ediyorum. Yeter artık. Evde, okulda, her yerde köle-efendi ilişkisi son bulsun. 1013 yılına az kaldı. Tarih düşüyor, tekrar ediyorum:  Köle-Efendi ilişkisi son bulsun. Yönetenler efendi değil. Yönetenler vekil. Yönetilen Millet’tir. Milletle dalga geçilmesin. Vekiller adam olsun. Milletin vekili olduklarını unutmasınlar.

Olur evladım. Bunların hepsi olur. Bir gün mutlaka olacaktır. Şimdi istiyorum papaz efendi. Ben papaz değilim, oğlum. Oğlum deme bana. Babalık da efendiliktir. Kimse kimseye ağalık taslamasın. Yeter artık. Yeni bir dünya istiyorum. Suçlanmayacağın bir dünya istiyorum. Odun gelip kereste gitmeyeceğim bir dünya istiyorum. Sevmek, sevişmek istiyorum. Sevişmenin suç olmadığı bir dünya istiyorum. Kadınların bana dokunmasını istiyorum. Korkusuz sevmek, korkusuz sevişmek istiyorum. Savaşsız bir dünya papaz efendi, hayal oldu, hayal olmamalıydı. Düşüncelerini anlatırken korkmayacağın, çekinmeyeceğin bir dünya istiyorum. Zor değil mi? İmkânsız şeyler istiyorum! Bu ülkede yaşamak gerçekten zor. Başbakan karar aldı; neymiş, dindar nesil yetiştirecekmiş? Maşallah! Ne güzel bir karar!

Unutmadan sorayım sayın haham başı. Günaha giriyorsun evladım, Haham değil ol. Tayyip o. Her neyse işte. Şimdi bu bizim başbakan var ya: Tayyip Bey, nasıl oluyor da kendi başına karar alabiliyor? Nasıl oluyor da dindar nesil yetiştirmek gibi bir karar alınabiliyorlar? Nasıl bir ülkede yaşıyoruz soruyorum? Laik ve demokratik bir ülkede dindar nesil yetiştirme kararı alınabilir mi? Bırakın karar alınmasını böyle bir şeyi konuşmaları bile suçtur. Kimsiniz arkadaş? Kim oluyorsunuz ki siz dindar nesil yetiştireceksiniz? Vatandaş olarak ben senden dindar nesil yetiştirmeni beklemiyorum.

Çocuklarımıza iş verin hoca efendiler. Fethullah Gülen Efendi var ya, o kadar parayı nereden buldu hala aklım almıyor. Amerika’da günlerini nasıl geçiriyor? Evli mi? Kaç çocuğu var? Gülen efendi de sizin olsun. Allahı da size veriyorum. Yeter ki silah üretmeyin arkadaş. Çocuklarımızı meslek sahibi yapın. Silah üretiminin dışında ne varsa öğretin gençlere. Sadaka değil, gençler iş istiyor. İnsanlar işsiz. Vatandaşı sadakaya muhtaç ettiniz. Ama olsun, elinizde Kuran var. Kuranı halka gösterin, halk kuzu gibi peşinizden gelmeye devam eder. İşi biliyorsunuz. Sizin kadar kurnaz olamıyorum.

Başbakan geliyor evladım, sus artık! Susmuyorum. Düşününce kafamın tası atıyor. İşi olmayan adamın dini olmaz. Duy beni Obama! İnsanlık yapmak istiyorsanız silah değil, iş üretin. Karnı doymayan adamın ne karakteri kalır, ne inancı kalır. Siz önce insanca yaşıma koşullarını oluşturacaksınız. Yurttaş olarak benim neye inanacağım seni ilgilendirmez Tayyip bey! Duydun mu? Anladın mı hoca efendi. Hoca değil o evladım Başbakan, Başbakan geldi diyorum, duymuyor musun... Gelsin. Madem Başbakansın dinle o zaman: Allah rızası için elinizi dinden çekin artık. Bir daha oy verirsem size Allah bin türlü belamı versin…Yeminnnnnn….

Sızdı mı? Sızdı. Bırak uyusun.

DERİKLİ YAZARIN NOT DEFTERİNDEN



MARDİN DERİK DOĞUMLU ÖYKÜ YAZARI KERAMETTİN ÇAVUŞOĞLU’NUN NOT DEFTERİNDEN

Ne diyorsun sen arkadaş. Niye ikide bir iktidarı savunuyorsun. Kimden yanasın? Vatandaş iktidardan yana olmaz. Vatandaş sorgular. Vatandaşın görevi oy verdikten sonra muhalefet olmaktır. Babamın oğlumu başbakan. Babanın oğlu olsa ne yazar? Babanın oğlu devlet başkanı olmuş.  Başkan olan halka hesap verir. KPSS sınavında yolsuzluk var mı? Başbakan yok diyor. İkna oldun mu? Binlerce genç niye sokakta. Soruları çaldılar. Kime satıyorlar. İktidar yandaşlarına satıyorlar. Herkese değil, dikkatini çekerim. Önce cemaatin adamı olacaksın. Sonra para getireceksin.
*
Bendeniz askerim efendim. Cemaatle işim olmaz. Neden bana bağırdığınızı anlamadım. Kızacaksınız başbakana oy verenlere kızın.  Altı yıl önce askerlik hayatım sona erdi. Güneydoğu’da görev yapıyordum. Geceleri çatışma çıkardı. Çok sigara içerdim. Karanlıkta sigara içmek tehlikelidir. Sigaranın közü yanar, ışığı gören ateş eder. Ölsem daha iyiydi. Bir kurşun gelse kafama isabet etseydi. Olmadı. Çok adam öldürdüm. Çok vurduk, çok vurulduk. Parçalınmış ceset toplamak, ölü taşımaktan daha kötü. Mayına bastığım an anladım. Saniyeden daha kısa bir süre içinde neler olacağını biliyordum. Mayın patladı.  İkiye bölündüğümü anladım. O an acı duymuyor insan. Bedenimin yarısı koptu sandım. Kopan ayağımmış.
*
Bendeniz askerliğe karşıyım. Kim ne derse desin. Karşı olmak gerekiyor. Askerlik paralı olacak. Lamı cimi yok bunun. İki kardeşiz. Dayımın oğlu Rıfat Güneydoğu’da mayına bastı. Bir ayağını kaybetti. O hastanedeyken babamız öldü. Ben de askerliğimi Güneydoğu’da yaptım.  Mayını basmamış olmam şans. Başka bir şey değil. Şansı olan sakat kalmıyor. Bu koşullardan gençlerin asker olmasına karşıyım. Karşı olsam neye yarar. Kardeşime söyledim. Sen bari gitme askere dedim. Nasıl gitmeyecek? Nereye gitsen askerliğini yaptın mı diye soruyorlar. Toplumsal baskı öyle yorgun ki.
*
Hep susuyorum. Son günlerde memlekette garip şeyler oluyor. Mesela Recep Güven diye biri… O kadar güzel bir şey söyledi ki… Şaştım kaldım.  Güven Siirt Emniyet Müdürüyken Diyarbakır’a tayin oluyor.  Güzel Siirt.  Baba yurdu. Babam Siirt’in yerlisiydi. Yoldan geçerken terör saldırısına uğradı. Kafasına asker kurşunu isabet etti. Çocukluğumda amcamın Siirt’te Kasap dükkânımız vardı. 70’li yıllarda Ankara’ya göç etmişiz. Amcam imamdı.  Beni amcam okuttu. Ankara'da Hacı Bayram Camii’nde görev yapıyordu.
*
Türkiye doğumluyum. Kürt bir aileden geliyorum. Türkiye’de Kürt ayrımcılığı yaşadın mı derseniz, hayır derim. Yukarıda Allah var. Yengelerimin hepsi Türk… Her tarafımız Türk dolu. Yozgat ilinde doğmuşum. Yozgat’ta Sünniler Alevilere kız vermek istemez. Türkiye’de mezhep ayrımcılığı var ama ırk ayrımcılığı yok. Gerçekten görmedim. Aksine Yozgat’ın bildiğim birçok zengini Kürt. İstanbul da zengin Kürtlerle dolu. Bakmayın siz Kürt bölgesinin fakir olduğunu. Öyle zengin Kürtler var ki, Türkiye’yi satın alır. Almadılar mı? Bence aldılar. Devlet yönetiminden, mafyaya kadar her yerde Kürtler var. Terörü bile onla belirliyor. Onlar dur derse terör duracak. Aksi takdirde terör bitmez.
*
Terörü ancak demokratik bir hükümet durdurabilir. Başka türlü iç savaştan kurtuluş yok.
Neden iç savaş dedim. Gerçekten iç savaş bu. Bir Kürt’ün Türkiye’de cumhurbaşkanı olabilmesi sorunu halletmiyor. Ne yaparsanız yapın Kürt sorunu hep var. Neden? Demokrasi yok ondan? Sorunuza gelince: Neden Recep Güven Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü görevine gelince; teröriste ağlamayan insan değildir dedi. Niye demesin ki? insan olan der. Ortada bir kardeş kavgası var. Bizi kim bu savaşa sürükledi?
*
Neden o kadar gerilla öldürmek zorunda kaldım. Ne için, kim için? Karşılıklı birbirimizi öldürüp durduk. Üstelik ben savaşa askerliğe karşıyım. Bu nasıl bir hayattır. Karşı olduğum bir şeyi yapmak zorunda bırakıldım. Vicdanı retçiler şu bilsin: Kimse bayılarak askerlik yapmıyor.  İşsizdim. Çavuş oldum. İşsiz olduğum için asker kalmayı tercih ettim. Teskere bıraktım. Askerdim, daha fazla asker oldum. Anlayacağınız ekmek parası için silah kuşandım. Kimseye düşman olmadım. Yaşamak için öldürmem gerekti. Ekmeğimi kazanırken ruhumu kaybettim. Sadece bacağımı değil huzurumu da mayın tarlasında bıraktım.
*
Yaşayan ölüden farksız haldeyim. Recep Güven’in bir cümlesiyle toplum yine ikiye bölündü. Recep Bey’i taktir edenlerin yanında olduğumu belirtmeliyim. Recep Güven doğru bir cümle kurdu. Helal olsun sana komiserim. Yürekli adammışsın. Terörist derginiz kim? Aynı evin çocuklarına terörist diyorsunuz. Çocuğun biri dağda, biri askerde… İç savaş değilse nedir bunun adı? Ne der halkımız; devlet der, babadır. Devlet, olaya tek yanlı bakamaz. Asker evlatsa, terörist de evlat. Dahası var: Asker söz dinliyor. Söz dinlemeyen evlada bakacaksın. Bu evlat asker olmayı reddediyor. Askerlik bizim için kutsal bir görevdir. Dağa herkes çıkmaz. Ne oldu evde? Konuşsana evlat! Dağa çıkan evladımız bize niye küstü? Niye küstüğünü biliyoruz. Dünya âlem biliyor. Dağa çıkan evlat haksızlıktan bıkan evlat. Haksızlığa daha fazla tahammül edemeyen evlat. Özgürlük isteyen bunun için ölümü göze alan evlat.
*
Unutmayalım… Özgür olmadığımızı, baskıcı, faşist bir ülkede yaşadığımızı hep hatırlayalım. Sözde özgürlükler ülkesi burası. Sözde demokrasi, sözde hukuk, sözde eşitlik… Yok böyle bir şey. Şu soruyu sorun kendinize: Şehit cenazeleri neden hep gecekondulardan kaldırılıyor? Neden diye sormalıyız? Zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir, neden? Bütün yaşananların özeti bu cümlede. Fakirimiz dağlarda can veriyor. Kurtulabilen sakat kalıyor. Ayağını kaybetmesen ruhunu kaybediyorsun. Hep bir kayıp var.  
*
Hani demokrasi, insan hakları kaptan? Asker faşizminin yerini sivil faşizmi aldı. Avrupa’nın Türkiye ilerleme raporunu okursanız görmüşsünüzdür. Ne diyor Avrupa? Türkiye faşizme doğru gidiyor diyor? Recep Güven’e ne oldu? Hakkında soruşturma başlattılar. Başbakan, Recep Bey’i çocuk gibi fırçaladı. Fırçalayamazsınız. Buna hakkınız yok. Ortada suç varsa bu ülkenin savcıları var. Savcı da hakim de başbakan oldu. Her yerde gittiği mitinglerde bağırıyor. Biz teröriste ağlamayız diyor. Oy devşirecek ya… Bak bak… Başbakana bakın hele… Nasıl da vatan sever. Recep Güven kim? Hainin önde gideni. Emniyet teşkilatının yüz karası. Biz Recep Güven’in arkasındayız. Bu ülkenin kardeş halkları bir gün gerçek hainleri görecektir.
*
Hanife Avcıyı hatırlayın arkadaşlar. Eski emniyet müdürlerinden Hanife Avcı’nın başına gelenleri… Eski dediysem, iki üç yıl eski. Avcı’yı bir gecede Devrimci Karargah üyesi yaptılar. Hayatı, terörle, özellikle sol terörle mücadele ile geçen Avcı bir gece de kendini solcu buldu. Sorguladıklarının yanına atıldığını gördü. Gülünecek bir durum aslında. Kendisinin de dile getirdiği gibi bir dönem Avcıydı, av oldu. Diyeceğim, Avcı’yı öyle bir suçladılar ki Avcı’nın ağzı açık kaldı. Sırada Recep Güven var. Ama Recep kendine dikkat et. Ne yapabilirsin ki? Vatanını seven bir insan ne yapar? Milletvekilleri önce Recep Güven’i destekledi. Başbakan zılgıtı basınca hepsi geri çekildi. Recep Bey’in cümlesi doğru değil demeye başladılar.


KASTAMONULU RASİM'İN ANLATTIKLARI


BESİ TÜCCARLARINDAN KASTAMONULU RASİM’İN ANLATTIKLARI
Bendeniz Kastamonulu besi tüccarlarından Rasim.  Baba mesleğine devam ediyorum.  İşler kaset. Besicilik bitti. Otuz sene önce daha iyiydik. Kötü siyasetçi her şeyi bitirdi. Üretimi bitirdiler. Her alanda kötü siyasetçilerin esiri olduk.  Kötü siyasetçi ağacı yiyen kurda benzer. Ağaçta ne varsa kemiriyorlar. Besicileri de kemirdiler. Türkiye, dışarıdan gelen etle besleniyor. Üretim sektörü yabancıların elinde…  Türk milleti yabancı şirketlerde ucuz iş gücü oldu. Bu kurtlar beynimize kadar yiyor bizi.
Madem herkes konuşuyor, ben de konuşayım. Aslında siyasetten anlamam ama olsun. Siyasetçilerimizin durumunu hiç beğenmiyorum. Allah sonumuzu hayretsin. Ülkeyi satıyorlar değil, sattılar. Neden bunu yaptılar? Nedeni basit. Bencilliklerinden. Vatan nedir bilmediklerinden. Kendi çıkarı uğruna her şeyi feda edebildiklerinden… İşbirlikçi hain olduklarından...
Para her şeyi yaptırıyor insana. Aslında yasaklayacaksın; bu adamlara siyaset yaptırmayacaksın. Nasıl? İmkânsız bir şey bu...  Kötüler hızlı örgütlenir, çabuk çoğalırlar. Yalan söylemekten çekinmezler. Oldukları gibi görünmezler. Bildiğiniz yılan işte. Yılan gibi sinsidirler. Halka giderler, Müslüman olduklarını söylerler. İstediklerini alırlar.
Kimi suçlayacaksın arkadaş? Halkı mı? Halk suçlanamaz. Halk çoban da olsa suçlanamaz. Demokrasilerde halk iradesine saygı göstereceksin. Laf! Saygı maygı göstermiyorum. Bu millet, oylarıyla bizi çürüttü, çürütüyor. Nasıl bir halk iradesidir bu. Adam dolandırıcı, siyasete soyunmuş. Müslümanım diyor. Oy istiyor. Bakın görün diyor; nasıl namaz kılıyorum, oruç tutuyorum, dua okuyorum. Bravo diyorlar. Milletvekillerimiz, bakanlarımız yine camide diyorlar. Maşallah, başkanımız cumaları hiç aksatmıyor. İki eli kanda da olsa namaz başında…
Bir de Amerika başkanına bakın. Sayın Obama kimdir? Müslüman mıdır? Hıristiyan mıdır? Ateist midir? Yeminle söylüyorum kimse bilmiyor. Amerika bile bilmiyor. Geçenlerde gazeteciler Sayın Obama’nın parmağındaki yüzüğü fotoğraflamış. Demişler ki, işte kanıtı burada Obama Müslüman’dır. Kimi Müslüman’dır diyor, kimi Hıristiyan’dır, kimi Dinsiz’dir diyor.  Olması gereken bu. Yobazlar ne diyor: Ey Amerika bir Müslüman tarafından yönetilmeye razı mısınız, diyorlar. Seçimler var ya, Obama’yı Müslüman göstererek gözden düşürmeye çalışıyorlar.
İşin garip tarafı şu: Obama gibi bir liderin neye inandığı bilinmez mi? Dünya sana bakıyor. Herkes seni izliyor. Kimse sormadı mı Hıristiyan mısın, Müslüman mısın diye. Sormuşlardır. Ağaç kovuğundan çıkmadı ya. Bu adamın bir geçmişi yok mu? Kendisi hiçbir yerde neye inandığını açıklamadı mı? Açıklamamış demek ki. Neden? Demokratik ülkelerde kimin neye inandığı kimseyi ilgilendirmez de ondan. Kimse din üzerinden siyaset yürütmemeli. Bunu yapınlar katı Müslümanlar, katı Hıristiyanlardır. Müslüman’ın yobazı gibi Hıristiyan’ın da yobazı var.
Demokrat kişilik kimin neye inandığı ile ilgilenmez.  Önemli olan insandır, kişiliktir, eğitimdir.  Ateist olsan, puta tapsan bana ne arkadaş. Adam mısın ona bakarım. Kadın mısın diye de bakarım arkadaş. Cins ayrımcılığı yok bizde. Adamlığın dinle, cinsiyetle ilgisi yok. Nice dinsizler var ki nice dindardan daha dürüsttür, namusludur, adam gibi adamdır, kadın gibi kadındır.
Gelelim Türkiye’ye. Son yıllarda neler oldu bakalım. Tayyip çıktı ne dedi? Dindar nesil yetiştireceğim dedi. Hoca mısın hacı mısın, kimsin birader. Başbakan değil misin sen? Kavun, kapuz mu büyütüyorsun, ülke mi yönetiyorsun?  Neymiş? Muhafazakâr parti ateist yetiştirmezmiş. Sana ateist yetiştir diyen mi var? Biz senden bilim adamı yetiştirmeni, iyi sanatçılar yetiştirmeni, adam gibi adamlar yetiştirmeni bekliyoruz. Çocuğumu Hıristiyan mı yaparım, Yahudi mi yaparım, buna ben karar veririm. Kaç çocuk yapacağıma da ben karar veririm? Neymiş, muhafazakâr parti ateist yetiştirmezmiş. Allahınızı severseniz bu nasıl söz! Demokrasiyi bilen biri bu lafı kullanır mı? Müslüman’san kendine Müslümansın arkadaşım.  Allahla senin aranda bu. Ne kadar Müslüman olduğunu Allah bilir. Bana anlatma derdini.  
Atatürk’le de uğraşma. Atatürk gittiği her yerde cami ziyaretlerinde bulunmazdı. Atatürk bilirdi: Bir Mustafa Kemal Atatürk var; vatandaş Mustafa Kelam Atatürk, bir de devlet yöneten Mustafa Kemal var. Mustafa Kemal bütün dinlere, inançlara, mezheplere eşit mesafede durmayı bildi. Eksikleri olabilir. Atatürk, katı milliyetçiliklerin yaşandığı bir dönemde liderlik yaptı. Bu gün yapılması gereken Atatürk’e küfretmek değil, yarım bıraktığı işleri tamamlamaktır.

FATSALI ÖĞRETMENİN ANLATTIKLARI


FATSALI EMEKLİ MAHMUT ÖĞRETMENİN ANLATTIKLARI

Bazı insanlardan korkulur. Korkunç oldukları için değil, koşullar onları öyle bir hale getiriyor ki, insanlıklarından çıkıyorlar. Doğru bildiklerini söylemiyorlar. Yıllar önce okulun birinde öğretmen olarak görev yapıyordum. Müdürle takıştık. Neden takıştığımız da önemli ama şimdi anlatamam, vakit yok. Zaten müfettişlere anlata anlata yoruldum. Anlatacağım olay bir memur hakkında.

Bu memur, ellisine yakın bir kadındı. Gözlerimin önünde insanlıktan çıktı.  İnsanlara olan güvenimi yerle bir etti. Sayesinde bir yaş daha büyüdüm, tecrübe kazandım ama istemezdim. Böyle büyümektense büyümemek daha iyidir. Neyse… Yaşına göre fazla yıpranmıştı. Çok düşkün görünüyordu. Bakımsızdı. Üstü başı dağınıktı. Zor yaşayanların, her gün acı çekenlerin yorgunluğu içinde görünüyordu.

Memur deyince yanlış anlaşılabilir. Öğretmenlik gibi memurluk da çeşit çeşit oldu. Sözünü ettiğim memur sözleşmeli çalışıyordu. Asıl memurlar devletin kadrolu elemanlarıdır. 657 sayılı kanuna göre görev yaparlar. Bu memur 657’ye bağlı çalışmıyor. Taşeron bir şirketin elemanıydı… Burası önemli… Allah kimseyi taşeron şirketlerin eline düşürmesin. Taşeron demek, köle satıcısı demek… Zaman değişti. Köle pazarları, taşeron şirketler aracılığıyla yeniden kuruldu.

İşsizlik yüzünden insanlar, taşeronların belirlediği çalışma koşullarına evet demek zorunda. Sabah sekizde giderim, akşam beş de çıkarım, yok. Eskidendi o… Yerine göre on saat, on beş saat çalışmak zorundasın. Kimi kimsesi olmayan insanları işe girmeleri şirket aracılığıyla oluyor. Memurun adı K olsun. K’yı bizim okula şirket gönderiyor.

Elbette asıl suçlu devlet. Devlet bu kararları aldı. Taşeron şirketler devletin isteği ile kuruldu. Bu şirketlerden biri memurumuz K’nın emeğini satışa çıkarıyor. Alıcı kim? Bir okul. Devletin okullarından biri… Okul müdürü, ilçe milli eğitim müdürüne resmi yazıyla bildirdi. Memura ihtiyacım var dedi.  . Taşeron şirket milli eğitim müdürü ile anlaşıyor. K, 6 ay ya da okullar kapanıncaya kadar ilgili okul müdürlüğünde iş başı yapacak. Kaç lira alacak? Devlet şirkete 1500 Lira verecek. Bu paradan şirket karını çıkaracak. Vergi gideri, diğer giderler derken 1500 liradan 700 lira kalacak. K’nın maaşı 700 lira olarak sabitlenecek.

Anlaştık mı sayın K? Anlaştık efendim. K ile yapılan sözleşme kısa süreli. Süre dolunca K’nın işine son verilecek. Ne var ki K altın yumurtlayan tavuk konumunda. Şirket K’yı bırakmıyor. K, emek pazarında ucuz iş gücü. Şirket, K’yı satacak yeni müşteriler arıyor. Okul müdürü memnun kalırsa K’nın sözleşmesi yenilenebilir. Bunun için K çok çalışmalı, hiç oturmamalı, amirlerine saygıda kusur etmemeli.

K, çalışkan bir elaman ancak, müdür nasıl biri? Müdürün iyi ya da kötü olması önemli değil. İyi de olsa kötü de olsa K müdüre bağlı çalışıyor. Müdür, psikopatın teki de olabilir. Bu durumda K ne yapacak? Psikopat müdür K’yı okulun her işinde çalıştırmak isteyebilir. Burada şunu da söylemek isterim: Bazı müdürler, K durumundaki memura evinin işini bile yaptırıyor. Yerleri sildiriyor, halıları temizletiyor. Ne kadar para veriyor? Canı ne kadar isterse o kadar. Vermeye de bilir ama o kadar insafsız değiller. Memur garipse müdürün karşısına geçip paramı istiyorum demeye utanır. Dese ne olur? Şunu duyabilir: Benim sayemde memurluk yapıyorsun. Seneye de aynı işi yapabilmen benim onayıma bağılı. Bunu aklından çıkarmasan iyi olur.


İnanın, insanoğlu yalnızca çiğ süt etmemiş, bozuk süt de emmiştir. Belki bu yüzden ortalıkta bir sürü kanı bozuk dolaşıyor. Müdür K’ya şöyle dese: Çay getir! Masayı sil, camları, sil, koridorları sil, sınıfları süpür!  Der mi der. Bu durumda K ne yapsın? Memur muyum, işçi miyim? Memurlukta ne var, iki yazı yazıyorsun işin bitiyor. Asıl iş sınıfların temizlenmesinde. Boş oturmak yok. Akşama kadar okulun içinde fır döneceksin… Yapmıyor musun? Hadi güle güle… K hiçbir şekilde müdüre karşı gelemez. Kocası yok. Kirada oturuyor. İki kızı var. Biri liseye, diğeri ilkokula gidiyor.

Ücretli öğretmenlik de K’nın yaptığı iş gibidir.  İşinizi kaybetmeniz müdürün ağzından çıkan iki kelimeye bakar. Neyse. Diyeceğim şu: K, insanlıktan çıkmış durumda. Hayattaki tek ve en önemli isteği işini kaybetmemek...  Müdür deyip geçmeyeceksin. Böyle durumlarda müdürlerin yetkisi tanrısal bir yetki gibi görülür. Bir müdürün K gibi bir memura artık seni istemiyorum demesi hayatın bittiği andır. İşsizlik insanı yer bitirir.

Müdürle aram neden açıldı? Kısaca değinmem gerekiyor. Sayın müdür bir gün bir öğrenciyi okuldan atıyor. Buna yetkisi yok. Öğrenciyi okuldan atmak ne demek?  İlkokuldayız. Bir baba çocuğunu okuldan atabilir mi? Çocuğun, ailenin okul rehberlik hizmetlerinden yararlandırılmasını lazım. Çocuk ne bilsin. Atıldığını sanıyor. Okula gelmemeye başlıyor. Aile dağılmış, kimse çocukla düzenli ilgilenemiyor.

Olay bana yansıyınca Müdürün yanına çıkıyorum. Beni adam yurduna koymuyor. Yasa var, yönetmelik var sayın müdür! Okuldan öğrenci atamazsınız! Müdür odasında atışıyoruz. Adam bana küfür ediyor. Üzerime yürüyor. Memur orada her şeye tanık. Müfettişler geldiğinde memur K ne diyor, bakın: Öğretmen (yani ben) müdür beye saldırdı. Hakaret etti. Müfettiş soruyor: Müdür bey ne yaptı? O bir şey yapmadı. Öğretmen çok sinirliydi. Ağzına geleni söyledi. Kulaklarımla duydum. Çok saygısız bir öğretmenmiş.

İnsanın insanlıktan çıktığı andır bu. Ne diyeyim ben şimdi! Nasıl kızacaksın böyle bir memura. Kızsan neye faydası var. Kızmamız gereken şey bu düzendir. Bu düzen böyle devam ettiği sürece kimsede insanlık kalmayacak. 

SÖZCÜ GAZETESİNDEN SEÇME MAKALELER AÇ, İNDİR, OKU