31 Ekim 2012 Çarşamba

ŞOFÖR KADİR'İN ANLATTIKLARI


İSTANBUL ESENLER’DE KAMYON ŞOFÖRLÜĞÜ YAPAN KADİR’İN ANLATTIKLARI

Selam arkadaşlar. Bendeniz İstanbul’un Esenler İlçesi’nden Kadir. Kamyon şoförüyüm.  Bildim… Şoförüm dedim ya, hemen aklınıza şu geldi: Cahil, eğitimsiz, din der, iman der, dinci partileri destekler… Böyle bir adam… Okul görmüş ama okuyamamış. İlkokuldan terk. Babası düşünmüş: Ne olacak bu çocuğun hali?  Bari şoför olsa… Sormuş soruşturmuş, sonunda kamyon şoförü olmasına karar vermiş.  Gitmiş bir kamyoncu bulmuş. Eti senin kemiği benim usta demiş. Şu çocuğu adam et, hiç olmazsa kamyon şoförü olsun.

Anladım ben sizi... Hemen böyle düşündüğünüzü bildim. Değil arkadaşlar, bildiğiniz gibi değil. Bendeniz arkeologum. Ankara Üniversitesi arkeoloji bölümünden mezun oldum. Yedi sene iş aradım. Şaka değil, tam yedi sene. Bir ara kâğıt, bira kutusu, şişe toplamayı bile düşündüm. Okuyacağıma bunca yıl kâğıt toplasaydım şimdiye bir ev alırdım. Hiç olmazsa oturacak bir yerim olurdu. Yaşıtlarım evlendi, çoluk çocuk sahibi oldular.

Gençlik işte. Ne olacaksa arkeolog olunca… Arkeolojiyi seviyordum. Severek okuduğum bir alandı. Ne yapar eder bir iş bulurum dedim. Olmadı. Okul bitti işsiz kaldım. Bir süre inat ettim. Tüm kapıları zorlayacaksın dedim. Olmuyor. Ne yaptıysam başarılı olamadım. Fırsat vermediler. Bir süre İzmir’de çalıştım. Adıyaman’a bile gittim. Yıllardır yapılmakta olan kazılara katıldım. İş buldum ama nasıl bir iş… Sözde arkeologsun. Yaptığım iş amelelik. Kimse sen kimsin, bu kazı, bu kalıntı hakkında ne düşünüyorsun diye sormuyor. Almışsın eline bir bıçak yavaş yavaş kazıyorsun. Kazıyı yöneten üniversite elemanları lüks otellerde kalıyorlar. Konferanslara katılıyorlar. Gezip tozuyorlar. Güzel kadınlarla şarap içiyorlar, yemek yiyip sohbet ediyorlar. Bizim yemeğimiz çadırda, karavanda üzüm peynir. Üst baş dökülüyor, elimiz yüzümüz toz içinde. Her şeye razıyım ama işçi kalmak istemiyorum. Bütün gün kaz. Tamam! Kazıda bulduklarını kırmadan, dökmeden bir köşeye yığıyorsun. Bu kadar. Eczacıların onca yıl okuyup ilaç satmaları gibi. Onlar hiç olmazsa kazanıyor. Ben hiçbir şey kazanamadım. Hep kendimden verdim. Aileme yük olup durdum.

Kazı çalışmalarına katılan bir arkeologa ne kadar para veriyorlar dersiniz? Altı yüz lira. İş güvencesi yok. Kış geldi, kazı bitti. Hadi güle güle dediler. Seneye? Allah kerim. Yine iş güvencesi yok. Bunun için mi okudum? Bu mudur arkeolog olmak? Üstelik her yıl çalışacak kazı bile bulamıyorsun. Bulsan ne olacak? Fikir işçisi değil, kürek işçisisin. Sadece kürek. İnsan arkeologum demeye utanıyor. Daha kötüsü insan yoruluyor. Korkuyor. Bir süre sonra bu mu geleceğim diyorsun. Bu parayla mı geleceğimi kuracağım? İnsan hayallerinin son bulduğu bir noktaya sürükleniyor. Düşünüp duruyorum. Bu nasıl ülke, bu nasıl meslek? Hani Türkiye açık hava müzesiydi? Dünyanın tek ve en önemli açık hava müzesi Türkiye’dir? Vay canına! Böyle bir yerde arkeologlara iş yok. Binlerce arkeolog işsiz… Ne yapayım böyle açık hava müzesini?

Böyle olmayacak dedim. Hayallerimin peşinden koşamayacağımı anladım. Arkeolojiyi bir kenara bıraktım. Ne yapayım? Milli Eğitim’de öğretmen açığı var dediler. Arkeolog da olsan, tarih öğretmeni olarak ücretli öğretmenlik yapabiliyormuşsun. İyi. Başta sevindim. Maaş yoktu. İş güvencesi yoktu. Önceki işlerimden alışkındım. Nereye gidersen git garantili iş yok. Mendil gibisin. Burunlarını silip atıyorlar. Karşılığında çorba parası kazanıyorsun. Neyse…  Ücretli öğretmenlik de farklı değildi. Kaç saat derse giriyorsam o kadar ücret alıyordum. Bir ders saati karşılığı elime geçen para yedi lira. Öğle yemeği çıktı. Ayda kazandığım para altı yüz lirayı geçmiyor. Buna da şükür dedim. Boş gezmekten iyidir. Ama bu iş de geçici. Her yıl ücretli öğretmen olamıyorsunuz. Bunun için torpil gerekli.

Bildiğiniz gibi değil arkadaşlar, Milli Eğitim’de öyle bir kadrolaşma var ki, inanamazsınız. Milli Eğitim Bakanı’nın adı Hüseyin Çelik. Hüseyin gitmiş, Çelik kalmış. Adam öyle bir kadro kurmuş ki, kadro değil, kalın bir çelik. Sana, bana; iktidardan yana olmayan herkese karşı çelik bir duvar olmuş adamlar. Kimi kimsesi olmayan bu duvarı geçemiyor. İlk sene şansım yaver gitti. Kim olduğumu bilen yoktu? Gariban biriydim. Üniversite bitirmiş, iş arıyordum. Çelik duvarı önüme çekmeleri için kim olduğumu öğrenmeleri gerekti. Kim miydim? Yalçın Küçüğü severim. Anladınız kim olduğumu. Birinci yılın sonunda nasıl bir kafa yapısına sahip olduğum ortaya çıktı. Bize yaramazsın dediler. Hadi güle güle… Başka kapıya aslanım! Yürü de boyunu görelim! Hakkımı arayamazdım. Yasal bir dayanağım yoktu. Yasalar, mahkemeler hükümetten yanaydı. Nereye gidebilirsin ki? Adam ben devletim diyor; istediğimi ondurur, istemediğimi öldürürüm diyor.

Nasıl bir öğretmenlik yaptığıma gelince… Derslerde Atatürk’ten, fikir özgürlüğünden, demokrasiden, demokratik haklardan söz ediyorum. Bunları anlatarak öğrenci yetiştirmek hoşuma gitmişti. Serde gençlik var, coşmuştum. Yalçın Küçük gibi anlatıp duruyordum. Sanmayın ki okulda olduğumu unuttum. Unutur muyum? Temkinli konuşuyordum. Demek ki başarılı olamadım. Bir keresinde artık hukuk devleti olmadığımızı, demokratik hukuk anlayışından vazgeçildiğini, baskıcı anlayışların, hükümet hukukunun egemen olduğunu dile getirdim. Vay sen misin bunları söyleyen! Hükümeti suçlayamazsın diyor müdür. Sana ne? Partinin müdürü müsün sen?  Hükümet devlet oldu. Devletin müdürü hükümetin müdürü oldu. Öğretmen sınıfta özgür değil. Kimse özgür değil. Hiçbir yerde düşünce özgürlüğü yok. Her şey hükümetin istediği gibi olmak zorunda… Ne yapacağım? Nasıl tutunacağım bu düzende? Öyle bir hale geldim ki, sanki nasipsizim. Herkesin rızkını düşünen Allah benim kini düşünmemiş. Yer demir, gök bakır olmuş. Nefes alamaz oldum.

Arkeoloji profösürleriyle çalıştım, işçi haklarına bile salip olamadım. Öğretmen oldum yine tutunamadım. Üç kuruş için her denileni yapmaktan yoruldum. Görevim olmadığı halde nöbet tuttum. Yeter ki öğretmenliği elimden almasınlar istiyordum. Müdür, görevin olmasa da tutacaksın diyor. Tutmam diyemiyorum. Müdür emrediyor: Bilgisayardan anlıyorsun şu yazıyı yaz. Olur, bu tür yardımlardan kaçmam. Bir süre sonra bilgisayarın başından kalkamıyorum. Neymiş? Ücretli öğretmenmişim. Ücretli öğretmen müdürün kulu, kölesi olmak zorunda mı? Müdür ne derse yapmak zorundayım. Memursun diyor, olur diyorum. Okulun yazışmalarını yapıyorum. Anlayacağınız öğretmenlikten arta kalan zamanlarımda ayak işlerine bakıyorum. Müdür, git demediği sürece okuldan ayrılamıyorum.  Üç saat derse giriyorsam üç saat de okulda getir götür işi yapıyorum. İnanın bir çay taşımadığım kalmıştı.

Sonunda söyledim. Bunlar görevim değil müdür bey dedim. Sen misin itiraz eden? Evet benim. Ben sana gösteririm. Ve gösterdi. Adımı deftere kayıt etti: Atatürkçü, solcu, sosyalist… Hem de ateist.  Sana ne kardeşim! Sana mı soracağım ne düşüneceğimi, neye inanacağımı? Bana kimse bir şey sormuyor. Müdür ne diyorsa o oluyor. Deste siyaset yaptığım, öğrencilere zararlı fikirler aşıladığım dile getiriliyor. Ne yapayım? İstemeye istemeye ücretli öğretmenlikten ayrılmak zorunda kaldım. Güzel işti. Öğretmenliği sevmiştim. Para bile vermeseler önemli değildi. Ölünceye kadar öğretmen kalabilirdim. İşten çıkarmasalar yeterdi. Geçinmek için başka işler yapardım. İzin vermediler. Atatürkçü olmayı, solcu, sosyalist, komünist olmayı suç olarak görüyorlar. Herkes önce insan olsun. Barıştan, adaletten, eşitlikten, özgürlükten yana olsunlar yeter.

Otuz altı yaşındayım. Zavallı babam şeker hatasıydı. Üzülmesin diye bir süre işsiz olduğumu söylemedim. İşim olduğunu, düzenli çalıştığımı sanıyordu. Nereden bilsin? Evde olduğu günler erkenden kalkıyor, kahvaltımı yapıyor, işe geç kalmışım gibi otobüs durağına koşuyordum. Zavallı babam. Çok hassas bir adamdı. Harçlıksız kalmayayım diye, yeri geliyor, uzak ilçelere gidip Milli Piyango bileti bile satıyordum. Yılbaşının yaklaştığı günlerde satışlar iyi oluyor. Diyeceğim, hep geçici çalıştım. Kalıcı bir iş bulamıyorum. Bir keresinde markette iş buldum. Kamyonla gelen ürünleri marketin deposuna taşıyoruz. Üstüm başım toz içinde. Su almak için marketten içeri girmiştim. Kapıda babamla karşılaştım.

O günden sonra babam daha kötü oldu. Kaç kez söylemişti: Al şu kamyonu demişti. Bir kız bul, evlen. Bu dört teker hepimizi doyurdu, seni de doyurur, korkma, baba sözü dinle! Dinlememiştim. Bir akşam, park halindeyken kamyonda kalp krizi geçiriyor babam. Rahmetli, benden çok, kardeşim İsmail’e çok üzülüyordu. İsmail Şırnak’ta askerdi. Her gün yüreğimiz ağzımızda haberleri izliyoruz. Haberler, haber programları kan gölü gibi. Her gün onlarca şehit haberi geliyor. Genç ölülerin cenazeleri, büyük kalabalıklarla, sloganlarla, ağıtlarla kaldırılıyor. Annemle babamın aklında hep İsmail var. Ateş ya bir gün bizim de yüreğimize düşerse? İsmail’in şehit düşmesi babamın ölümünden bir gün sonra oldu. Allah babamın yüzüne baktı. Ona evlat acısı yaşatmadı. Hayat işte. Mecbur yaşamaya çalışıyoruz. Bu günlerde baba yadigârı kamyonla inşaatlara kum taşıyorum. Sorun çok, anlat anlat bitmez ki…

Daha fazla baş ağrıtmadan gelelim bu e kitap’a; Sözcü Gazetesi’nden Seçme Makaleler kitabına… Babamın her sabah erkenden gelip oturduğu yerde yazıyorum bunları: Küçük bir kıraathane burası. Üç tane tahta masası var. Cumhuriyet Kıraathanesi derler, tahta kapısı mavi boyalı şirin bir yerdir. İş olmadığı günler şoför arkadaşlarla, çoğu babamı tanıyor, buraya gelip pinekliyoruz. Yaz günleri domates peynir alıyoruz, kavunla, karpuzla, üzümle kahvaltı yapıyoruz. Öğleleri bol domatesli menemen pişiriyoruz. Geçenlerde Kaathaneye ortak bir bilgisayar aldık. İnternet bağlattık. Boş kalan internetin başına geçiyor. Bir şeyler okuyoruz, kendi aramızda tartışıyoruz.

Şoförler olarak şu değerlendirmeyi yaptık: Türkiye işgal edildi. Askeri faşizm gitti, sivil faşizm geldi.  Türkiye de halk dinle uyutuldu, medya susturuldu. Neymiş? Demek ki medya patronluğu yanlışmış. Medyada patronluk sistemi olmamalıymış. Para ile uğraşan gazeteci iktidarın sözünden çıkmıyor. Gazeteci gazeteciliğini yapamıyor. Bir ülke demokrasiyi özümsemişse o ülkede para kazanıp zengin olmak isteyenler gazetecilikten uzak duracak. Devlet buna izin vermeyecek.

Türkiye’de onca büyük gazete varken eleştiri işini, para ile işi olmayan, birkaç küçük gazete üstlendi. Bu gazeteler, sınırlı olanaklarıyla yayın hayatına devam ediyor. Kurtuluş Savaşı’ndan önce de bu iş böyle yapılıyordu. Küçük gazeteler maddi güçlükler içinde demokrasi mücadelesi veriyorlar. En güçlü muhalefeti yapan gazetelerden biri de Sözcü… Gazetenin yazarları Türkiye gündemini iyi gözlüyor. Bilinçleri keskin, kalemleri sağlam, dört dörtlük yazılar yazıyorlar.  Düşünmeden edemiyorum: Bu yazıları daha çok okutmanın bir yolu var mı? İnternet sayfaları reklâm çöplüğü oldu. Daha rahat, daha temiz, kolay ulaşılır sayfalara ihtiyaç var. Bu ihtiyaç e kitaplarla karşılanıyor.  Yeni bir çağa girildi. Elektronik kitap diye bir şey çıktı.

Kullanımda olan cep bilgisayarlarının, e kitap okuyucularının sayısı her geçen gün artıyor. Bilgisayar denince akla yalnızca oyun gelmesin. Bu aletlerle yüzlerce kitabı yanında taşıyabiliyorsun. Yeter ki okumak iste. Kendimizi geliştirmek için kullandığımız en önemli araçların başında okumak geliyor. Demek ki insanlık okuma faaliyetinden hiçbir zaman vazgeçemeyecek. Türk insanını en çok ne aydınlatıyor derseniz, kitap derim. Okul demem. Ömer Dinçerlerin okulunda yalnızca tutsak beyinler yetiştir. Bu iktidar mensuplarının fikri hür, vicdanı hür değildir. Neyse...  Kitap olarak ne okumalıyız? Seçenek çok. Ben Sözcü Gazetesini de okuyun derim. Her gazete için bunu söylemiyorum. Bazı gazeteler, körleştiren okullar gibidir. Sözcü Gazetesi aydınlatan bir okul… Atatürkçülüğe, bilime önem verenlerin okulu…

Türkiye’yi anlamak isteyenler Sözcü Gazetesi’nin yazarlarını mutlaka okumalı. Sözcü, memleket haberleriyle dolu... Emin Çölaşan ve ekibini şoför arkadaşlar olarak kutluyoruz. Türkiye’nin mücadele tarihinde önemli bir yer edinmeye başladılar. Memleketin sorunları, iktidarın ağzına bakan sözde medya, sözde aydın, sözde bilim adamı, sözde sanatçı, sözde siyasetçilerle çözülemez. Demokratik çözüm, herkesin özgürce düşünebildiği bir ortamı gerektirir. Özgürce konuşmak, yazmak, bir fikir etrafında örgütlenmek suç kapsamına alındı. İnanın Atatürkçü olmak bile suç oldu. Sözde o kadar özgür bir toplum olduk ki, herkesin sonuna kadar işsiz kalma, iş bulamama, işten atılma, işe girememe, ucuz iş gücü olma özgürlüğü var. Sadakaya evet, düşünce özgürlüğüne hayır… Bu mu ileri demokrasi? Ne kadar ileri demokraside yaşadığımız 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda görüldü. Ancak bir işgal devleti bu bayramı engelleyebilirdi. Ülke işgal altında değilse kim kurtuluş savaşımızın hatırası bayramlarımızı bize yasak edebiliyor? Kim yüzlerce insanı; aydını, yazarı, gazeteciyi, laik cumhuriyetin komutanlarını, sudan gerekçelerle tutuklayıp içeri atabilir? Sözün özü kısaca şu:  Yeni bir kurtuluş savaşı zamanı gelmiştir.

Bu kitaba gelince… Kendim ve şoför arkadaşlarım adına bu kitabı Türkiye’ye armağan etmek istiyorum. Kitap için çok şey yapmadım.  Yalnızca tasarım bana ait. Makaleleri kopyalayıp yapıştırdım. Yazılar cep bilgisayarlarında rahatça okunabilsin istedim. İsteyen cep telefonuna, cep bilgisayarına rahatça bu kitabı indirebilir. Değerli yazarlarımızın yazıları daha çok okunsun istediğimden bu çalışmayı yaptım. Yeni bir savaşın içindeyiz. Cephede onlar var. Hapishanede olanlar; Soner Yalçınlar; adlarını dile getiremediğim nice aydın var. Amerikan kuklalarının namluları onları hedef alıyor. Bizim ki naçizane cepheye su taşımak. Çorbada az da olsa bizim de tuzumuz olursa ne mutlu.
Sözcü Gazetesi'nden Seçme Makaleler Kitabını İndirmek İçin Tıkla!

Hiç yorum yok:

SÖZCÜ GAZETESİNDEN SEÇME MAKALELER AÇ, İNDİR, OKU