İSTANBUL
ESENLER’DE KAMYON ŞOFÖRLÜĞÜ YAPAN KADİR’İN ANLATTIKLARI
Selam
arkadaşlar. Bendeniz İstanbul’un Esenler İlçesi’nden Kadir. Kamyon
şoförüyüm. Bildim… Şoförüm dedim ya,
hemen aklınıza şu geldi: Cahil, eğitimsiz, din der, iman der, dinci partileri destekler…
Böyle bir adam… Okul görmüş ama okuyamamış. İlkokuldan terk. Babası düşünmüş:
Ne olacak bu çocuğun hali? Bari şoför
olsa… Sormuş soruşturmuş, sonunda kamyon şoförü olmasına karar vermiş. Gitmiş bir kamyoncu bulmuş. Eti senin kemiği
benim usta demiş. Şu çocuğu adam et, hiç olmazsa kamyon şoförü olsun.
Anladım
ben sizi... Hemen böyle düşündüğünüzü bildim. Değil arkadaşlar, bildiğiniz gibi
değil. Bendeniz arkeologum. Ankara Üniversitesi arkeoloji bölümünden mezun
oldum. Yedi sene iş aradım. Şaka değil, tam yedi sene. Bir ara kâğıt, bira
kutusu, şişe toplamayı bile düşündüm. Okuyacağıma bunca yıl kâğıt toplasaydım
şimdiye bir ev alırdım. Hiç olmazsa oturacak bir yerim olurdu. Yaşıtlarım
evlendi, çoluk çocuk sahibi oldular.
Gençlik
işte. Ne olacaksa arkeolog olunca… Arkeolojiyi seviyordum. Severek okuduğum bir
alandı. Ne yapar eder bir iş bulurum dedim. Olmadı. Okul bitti işsiz kaldım.
Bir süre inat ettim. Tüm kapıları zorlayacaksın dedim. Olmuyor. Ne yaptıysam başarılı
olamadım. Fırsat vermediler. Bir süre İzmir’de çalıştım. Adıyaman’a bile
gittim. Yıllardır yapılmakta olan kazılara katıldım. İş buldum ama nasıl bir
iş… Sözde arkeologsun. Yaptığım iş amelelik. Kimse sen kimsin, bu kazı, bu
kalıntı hakkında ne düşünüyorsun diye sormuyor. Almışsın eline bir bıçak yavaş
yavaş kazıyorsun. Kazıyı yöneten üniversite elemanları lüks otellerde
kalıyorlar. Konferanslara katılıyorlar. Gezip tozuyorlar. Güzel kadınlarla
şarap içiyorlar, yemek yiyip sohbet ediyorlar. Bizim yemeğimiz çadırda,
karavanda üzüm peynir. Üst baş dökülüyor, elimiz yüzümüz toz içinde. Her şeye
razıyım ama işçi kalmak istemiyorum. Bütün gün kaz. Tamam! Kazıda bulduklarını
kırmadan, dökmeden bir köşeye yığıyorsun. Bu kadar. Eczacıların onca yıl okuyup
ilaç satmaları gibi. Onlar hiç olmazsa kazanıyor. Ben hiçbir şey kazanamadım.
Hep kendimden verdim. Aileme yük olup durdum.
Kazı
çalışmalarına katılan bir arkeologa ne kadar para veriyorlar dersiniz? Altı yüz
lira. İş güvencesi yok. Kış geldi, kazı bitti. Hadi güle güle dediler. Seneye?
Allah kerim. Yine iş güvencesi yok. Bunun için mi okudum? Bu mudur arkeolog
olmak? Üstelik her yıl çalışacak kazı bile bulamıyorsun. Bulsan ne olacak?
Fikir işçisi değil, kürek işçisisin. Sadece kürek. İnsan arkeologum demeye utanıyor.
Daha kötüsü insan yoruluyor. Korkuyor. Bir süre sonra bu mu geleceğim diyorsun.
Bu parayla mı geleceğimi kuracağım? İnsan hayallerinin son bulduğu bir noktaya
sürükleniyor. Düşünüp duruyorum. Bu nasıl ülke, bu nasıl meslek? Hani Türkiye
açık hava müzesiydi? Dünyanın tek ve en önemli açık hava müzesi Türkiye’dir?
Vay canına! Böyle bir yerde arkeologlara iş yok. Binlerce arkeolog işsiz… Ne
yapayım böyle açık hava müzesini?
Böyle
olmayacak dedim. Hayallerimin peşinden koşamayacağımı anladım. Arkeolojiyi bir
kenara bıraktım. Ne yapayım? Milli Eğitim’de öğretmen açığı var dediler.
Arkeolog da olsan, tarih öğretmeni olarak ücretli öğretmenlik
yapabiliyormuşsun. İyi. Başta sevindim. Maaş yoktu. İş güvencesi yoktu. Önceki
işlerimden alışkındım. Nereye gidersen git garantili iş yok. Mendil gibisin.
Burunlarını silip atıyorlar. Karşılığında çorba parası kazanıyorsun.
Neyse… Ücretli öğretmenlik de farklı
değildi. Kaç saat derse giriyorsam o kadar ücret alıyordum. Bir ders saati
karşılığı elime geçen para yedi lira. Öğle yemeği çıktı. Ayda kazandığım para
altı yüz lirayı geçmiyor. Buna da şükür dedim. Boş gezmekten iyidir. Ama bu iş
de geçici. Her yıl ücretli öğretmen olamıyorsunuz. Bunun için torpil gerekli.
Bildiğiniz
gibi değil arkadaşlar, Milli Eğitim’de öyle bir kadrolaşma var ki,
inanamazsınız. Milli Eğitim Bakanı’nın adı Hüseyin Çelik. Hüseyin gitmiş, Çelik
kalmış. Adam öyle bir kadro kurmuş ki, kadro değil, kalın bir çelik. Sana, bana;
iktidardan yana olmayan herkese karşı çelik bir duvar olmuş adamlar. Kimi
kimsesi olmayan bu duvarı geçemiyor. İlk sene şansım yaver gitti. Kim olduğumu
bilen yoktu? Gariban biriydim. Üniversite bitirmiş, iş arıyordum. Çelik duvarı
önüme çekmeleri için kim olduğumu öğrenmeleri gerekti. Kim miydim? Yalçın
Küçüğü severim. Anladınız kim olduğumu. Birinci yılın sonunda nasıl bir kafa
yapısına sahip olduğum ortaya çıktı. Bize yaramazsın dediler. Hadi güle güle…
Başka kapıya aslanım! Yürü de boyunu görelim! Hakkımı arayamazdım. Yasal bir
dayanağım yoktu. Yasalar, mahkemeler hükümetten yanaydı. Nereye gidebilirsin
ki? Adam ben devletim diyor; istediğimi ondurur, istemediğimi öldürürüm diyor.
Nasıl bir
öğretmenlik yaptığıma gelince… Derslerde Atatürk’ten, fikir özgürlüğünden,
demokrasiden, demokratik haklardan söz ediyorum. Bunları anlatarak öğrenci
yetiştirmek hoşuma gitmişti. Serde gençlik var, coşmuştum. Yalçın Küçük gibi
anlatıp duruyordum. Sanmayın ki okulda olduğumu unuttum. Unutur muyum? Temkinli
konuşuyordum. Demek ki başarılı olamadım. Bir keresinde artık hukuk devleti olmadığımızı,
demokratik hukuk anlayışından vazgeçildiğini, baskıcı anlayışların, hükümet
hukukunun egemen olduğunu dile getirdim. Vay sen misin bunları söyleyen! Hükümeti
suçlayamazsın diyor müdür. Sana ne? Partinin müdürü müsün sen? Hükümet devlet oldu. Devletin müdürü hükümetin
müdürü oldu. Öğretmen sınıfta özgür değil. Kimse özgür değil. Hiçbir yerde
düşünce özgürlüğü yok. Her şey hükümetin istediği gibi olmak zorunda… Ne
yapacağım? Nasıl tutunacağım bu düzende? Öyle bir hale geldim ki, sanki
nasipsizim. Herkesin rızkını düşünen Allah benim kini düşünmemiş. Yer demir,
gök bakır olmuş. Nefes alamaz oldum.
Arkeoloji
profösürleriyle çalıştım, işçi haklarına bile salip olamadım. Öğretmen oldum yine
tutunamadım. Üç kuruş için her denileni yapmaktan yoruldum. Görevim olmadığı
halde nöbet tuttum. Yeter ki öğretmenliği elimden almasınlar istiyordum. Müdür,
görevin olmasa da tutacaksın diyor. Tutmam diyemiyorum. Müdür emrediyor:
Bilgisayardan anlıyorsun şu yazıyı yaz. Olur, bu tür yardımlardan kaçmam. Bir
süre sonra bilgisayarın başından kalkamıyorum. Neymiş? Ücretli öğretmenmişim.
Ücretli öğretmen müdürün kulu, kölesi olmak zorunda mı? Müdür ne derse yapmak
zorundayım. Memursun diyor, olur diyorum. Okulun yazışmalarını yapıyorum.
Anlayacağınız öğretmenlikten arta kalan zamanlarımda ayak işlerine bakıyorum.
Müdür, git demediği sürece okuldan ayrılamıyorum. Üç saat derse giriyorsam üç saat de okulda getir
götür işi yapıyorum. İnanın bir çay taşımadığım kalmıştı.
Sonunda
söyledim. Bunlar görevim değil müdür bey dedim. Sen misin itiraz eden? Evet
benim. Ben sana gösteririm. Ve gösterdi. Adımı deftere kayıt etti: Atatürkçü,
solcu, sosyalist… Hem de ateist. Sana ne
kardeşim! Sana mı soracağım ne düşüneceğimi, neye inanacağımı? Bana kimse bir
şey sormuyor. Müdür ne diyorsa o oluyor. Deste siyaset yaptığım, öğrencilere
zararlı fikirler aşıladığım dile getiriliyor. Ne yapayım? İstemeye istemeye
ücretli öğretmenlikten ayrılmak zorunda kaldım. Güzel işti. Öğretmenliği
sevmiştim. Para bile vermeseler önemli değildi. Ölünceye kadar öğretmen
kalabilirdim. İşten çıkarmasalar yeterdi. Geçinmek için başka işler yapardım. İzin
vermediler. Atatürkçü olmayı, solcu, sosyalist, komünist olmayı suç olarak
görüyorlar. Herkes önce insan olsun. Barıştan, adaletten, eşitlikten, özgürlükten
yana olsunlar yeter.
Otuz altı
yaşındayım. Zavallı babam şeker hatasıydı. Üzülmesin diye bir süre işsiz
olduğumu söylemedim. İşim olduğunu, düzenli çalıştığımı sanıyordu. Nereden
bilsin? Evde olduğu günler erkenden kalkıyor, kahvaltımı yapıyor, işe geç
kalmışım gibi otobüs durağına koşuyordum. Zavallı babam. Çok hassas bir adamdı.
Harçlıksız kalmayayım diye, yeri geliyor, uzak ilçelere gidip Milli Piyango
bileti bile satıyordum. Yılbaşının yaklaştığı günlerde satışlar iyi oluyor. Diyeceğim,
hep geçici çalıştım. Kalıcı bir iş bulamıyorum. Bir keresinde markette iş
buldum. Kamyonla gelen ürünleri marketin deposuna taşıyoruz. Üstüm başım toz
içinde. Su almak için marketten içeri girmiştim. Kapıda babamla karşılaştım.
O günden
sonra babam daha kötü oldu. Kaç kez söylemişti: Al şu kamyonu demişti. Bir kız
bul, evlen. Bu dört teker hepimizi doyurdu, seni de doyurur, korkma, baba sözü
dinle! Dinlememiştim. Bir akşam, park halindeyken kamyonda kalp krizi geçiriyor
babam. Rahmetli, benden çok, kardeşim İsmail’e çok üzülüyordu. İsmail Şırnak’ta
askerdi. Her gün yüreğimiz ağzımızda haberleri izliyoruz. Haberler, haber
programları kan gölü gibi. Her gün onlarca şehit haberi geliyor. Genç ölülerin cenazeleri,
büyük kalabalıklarla, sloganlarla, ağıtlarla kaldırılıyor. Annemle babamın
aklında hep İsmail var. Ateş ya bir gün bizim de yüreğimize düşerse? İsmail’in
şehit düşmesi babamın ölümünden bir gün sonra oldu. Allah babamın yüzüne baktı.
Ona evlat acısı yaşatmadı. Hayat işte. Mecbur yaşamaya çalışıyoruz. Bu günlerde
baba yadigârı kamyonla inşaatlara kum taşıyorum. Sorun çok, anlat anlat bitmez
ki…
Daha
fazla baş ağrıtmadan gelelim bu e kitap’a; Sözcü Gazetesi’nden Seçme Makaleler
kitabına… Babamın her sabah erkenden gelip oturduğu yerde yazıyorum bunları:
Küçük bir kıraathane burası. Üç tane tahta masası var. Cumhuriyet Kıraathanesi
derler, tahta kapısı mavi boyalı şirin bir yerdir. İş olmadığı günler şoför
arkadaşlarla, çoğu babamı tanıyor, buraya gelip pinekliyoruz. Yaz günleri
domates peynir alıyoruz, kavunla, karpuzla, üzümle kahvaltı yapıyoruz. Öğleleri
bol domatesli menemen pişiriyoruz. Geçenlerde Kaathaneye ortak bir bilgisayar
aldık. İnternet bağlattık. Boş kalan internetin başına geçiyor. Bir şeyler
okuyoruz, kendi aramızda tartışıyoruz.
Şoförler
olarak şu değerlendirmeyi yaptık: Türkiye işgal edildi. Askeri faşizm gitti,
sivil faşizm geldi. Türkiye de halk
dinle uyutuldu, medya susturuldu. Neymiş? Demek ki medya patronluğu yanlışmış.
Medyada patronluk sistemi olmamalıymış. Para ile uğraşan gazeteci iktidarın sözünden
çıkmıyor. Gazeteci gazeteciliğini yapamıyor. Bir ülke demokrasiyi özümsemişse o
ülkede para kazanıp zengin olmak isteyenler gazetecilikten uzak duracak. Devlet
buna izin vermeyecek.
Türkiye’de
onca büyük gazete varken eleştiri işini, para ile işi olmayan, birkaç küçük
gazete üstlendi. Bu gazeteler, sınırlı olanaklarıyla yayın hayatına devam
ediyor. Kurtuluş Savaşı’ndan önce de bu iş böyle yapılıyordu. Küçük gazeteler maddi
güçlükler içinde demokrasi mücadelesi veriyorlar. En güçlü muhalefeti yapan
gazetelerden biri de Sözcü… Gazetenin yazarları Türkiye gündemini iyi gözlüyor.
Bilinçleri keskin, kalemleri sağlam, dört dörtlük yazılar yazıyorlar. Düşünmeden edemiyorum: Bu yazıları daha çok
okutmanın bir yolu var mı? İnternet sayfaları reklâm çöplüğü oldu. Daha rahat,
daha temiz, kolay ulaşılır sayfalara ihtiyaç var. Bu ihtiyaç e kitaplarla
karşılanıyor. Yeni bir çağa girildi.
Elektronik kitap diye bir şey çıktı.
Kullanımda
olan cep bilgisayarlarının, e kitap okuyucularının sayısı her geçen gün artıyor.
Bilgisayar denince akla yalnızca oyun gelmesin. Bu aletlerle yüzlerce kitabı
yanında taşıyabiliyorsun. Yeter ki okumak iste. Kendimizi geliştirmek için kullandığımız
en önemli araçların başında okumak geliyor. Demek ki insanlık okuma
faaliyetinden hiçbir zaman vazgeçemeyecek. Türk insanını en çok ne aydınlatıyor
derseniz, kitap derim. Okul demem. Ömer Dinçerlerin okulunda yalnızca tutsak
beyinler yetiştir. Bu iktidar mensuplarının fikri hür, vicdanı hür değildir. Neyse... Kitap olarak ne okumalıyız? Seçenek çok. Ben
Sözcü Gazetesini de okuyun derim. Her gazete için bunu söylemiyorum. Bazı
gazeteler, körleştiren okullar gibidir. Sözcü Gazetesi aydınlatan bir okul…
Atatürkçülüğe, bilime önem verenlerin okulu…
Türkiye’yi
anlamak isteyenler Sözcü Gazetesi’nin yazarlarını mutlaka okumalı. Sözcü,
memleket haberleriyle dolu... Emin Çölaşan ve ekibini şoför arkadaşlar olarak
kutluyoruz. Türkiye’nin mücadele tarihinde önemli bir yer edinmeye başladılar. Memleketin
sorunları, iktidarın ağzına bakan sözde medya, sözde aydın, sözde bilim adamı,
sözde sanatçı, sözde siyasetçilerle çözülemez. Demokratik çözüm, herkesin
özgürce düşünebildiği bir ortamı gerektirir. Özgürce konuşmak, yazmak, bir
fikir etrafında örgütlenmek suç kapsamına alındı. İnanın Atatürkçü olmak bile
suç oldu. Sözde o kadar özgür bir toplum olduk ki, herkesin sonuna kadar işsiz
kalma, iş bulamama, işten atılma, işe girememe, ucuz iş gücü olma özgürlüğü var.
Sadakaya evet, düşünce özgürlüğüne hayır… Bu mu ileri demokrasi? Ne kadar ileri
demokraside yaşadığımız 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda görüldü. Ancak bir işgal
devleti bu bayramı engelleyebilirdi. Ülke işgal altında değilse kim kurtuluş
savaşımızın hatırası bayramlarımızı bize yasak edebiliyor? Kim yüzlerce insanı;
aydını, yazarı, gazeteciyi, laik cumhuriyetin komutanlarını, sudan gerekçelerle
tutuklayıp içeri atabilir? Sözün özü kısaca şu: Yeni bir kurtuluş savaşı zamanı gelmiştir.
Bu kitaba
gelince… Kendim ve şoför arkadaşlarım adına bu kitabı Türkiye’ye armağan etmek
istiyorum. Kitap için çok şey yapmadım. Yalnızca tasarım bana ait. Makaleleri
kopyalayıp yapıştırdım. Yazılar cep bilgisayarlarında rahatça okunabilsin
istedim. İsteyen cep telefonuna, cep bilgisayarına rahatça bu kitabı
indirebilir. Değerli yazarlarımızın yazıları daha çok okunsun istediğimden bu
çalışmayı yaptım. Yeni bir savaşın içindeyiz. Cephede onlar var. Hapishanede
olanlar; Soner Yalçınlar; adlarını dile getiremediğim nice aydın var. Amerikan
kuklalarının namluları onları hedef alıyor. Bizim ki naçizane cepheye su
taşımak. Çorbada az da olsa bizim de tuzumuz olursa ne mutlu.
Sözcü Gazetesi'nden Seçme Makaleler Kitabını İndirmek İçin Tıkla!
Sözcü Gazetesi'nden Seçme Makaleler Kitabını İndirmek İçin Tıkla!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder